10 Nisan 2011 Pazar

Bir Yitik Ada ya da Atlantis Mitosu’nun Gizemli Vedası

Atlantis adındaki efsanevi yitik ülke, Antikçağ’dan günümüze araştırmacıların, düşünürlerin, tarihçilerin, ve hatta ozanların daima ilgisini çekmiştir. Çünkü gizemdir Atlantis, çünkü sırrın bütün çekiciliğine, rivayetin bütün ihtişamına sahiptir. Zira Platon’un “Critias” diyaloğunda Critias, Helen dünyasının ünlü devlet adamı Solon’un Atlantis’e ilişkin Mısırlı rahiplerden dinlediği bir hikâyeyi şöyle anlatır.

Vaktiyle tanrılar bütün dünyayı barışçı bir şekilde; kavgasız, gürültüsüz aralarında paylaşmışlar. Bu paylaşımda her tanrı hoşuna giden parçayı alıp, orasını yönetmeye koyulmuş. Paylaşımın Athena ve Herakleitos’a düşen parçası Atina iken, Denizler Hakanı Tanrı Poseidon’a Atlantis Ülkesi düşmüş. Atlantis, bin bir çiçekle süslü, debi derya bolluk içinde, her türden evcil ve vahşi hayvanın bulunduğu, insanların üzerinde mutlu yaşadığı rüyalar güzeli bir ülkeymiş. Gel zaman git zaman, Poseidon’un himayesi altındaki bu adada yaşayan Euenor’un güzel fakat ölümlü kızı Klieto, Poseidon’un aklını çelmiş, ılık bir soluk gibi kalbinin derinlerine yerleşmiş. Poseidon’la Klieto sonunda evlenmişler. Bu tanrı kul evliliğinden beş kere ikiz çocukları dünyaya gelmiş. Bu ikiz çocukların ilkinden önce doğana Atlas adını vermişler. Bir zaman sonra Tanrı Poseidon, bir yeryüzü cenneti olan Atlantis Adası’nın yönetimini oğlu Atlas’a vermiş. Diğer çocuklarına ise adada yaşayan uyruklar ve geniş topraklar bahşetmiş. Başlarda isimsiz olan o güzelim ada, işte o tarihten sonra Atlas’ın adından dolayı Atlantis olarak anılmış. Adanın hemen önünde uçsuz bucaksız uzanan engin denize de Atlantik denmiş.

Bir başka Platon anlatısı olan “Timaeos”ta ise Atlantis efsanesinin bu detaylardan yoksun fakat bir devlet olarak portresi çizilirken, nasıl yok olduğunun hikayesi de ana hatlarıyla aktarılıyor.

Bu anlatıya göre, Atinalı ünlü devlet adamı Solon, bir Mısır seyahati sırasında Sais şehrine uğrar ve orada şehrin rahipleriyle yaptığı sohbette, rahipler ona Atlantis’in öyküsünü anlatırlar. Rahiplerin anlattıklarına göre Mısır dilinde Neith, Helence’de ise Athena adı verilen kadınlar Seis ve Atina şehirlerini kurarlar. Bu nedenle Saisliler Atinalılara gönülbağı ve muhabbetle bağlıdır. Bu rahiplerden birinin aktardığına göre Sais şehri o konuşmadan 8 bin yıl önce, Atina ise ondan da bin yıl daha önce kurulmuştur. Her iki şehir de Athena adı verilen bu tanrıça kadınlar tarafından kurulmuştur. (Oysa Mısır hiyeroglifleri, ilkel Atina’nın kuruluşuna ilişkin tarifleri ve öyküyü içerir. Dolayısıyla Atina’nın Sais’ten eski olması pek ihtimal dâhilinde değildir. Ayrıca mevcut arkeolojik bulgular da ne bugün ne de daha başka bir zaman diliminde Platon’un bu tezini doğrulamamıştır. Bu nedenle Platon tarafından yaratılmak istenen kadim Helen kültürünün Mısır’dan daha eskiliği arayışı başarısız bir deneme olarak kalmıştır.)

Homeros’tan da hatırlanacağı üzere, O zamanlar Herakles Sütunları denen Cebelitarık Boğazı’nın ön tarafında Libya ile Asya’dan (Neden Libya dendiği, Asya’dan ne kastedildiği belirsiz) daha büyük bir ada varmış. Bu adanın adı Atlantis’miş. Buranın hükümdarları bir süre sonra egemenliklerini çevrede bulunan diğer adalara ve hatta kıtanın diğer parçalarına kabul ettirerek, hayranlık verici bir devlet kurmuşlar. Gün gelmiş, bu güçlü ada devleti kuvvetlerini bir araya toplamış, Atina’ya, Mısır’a ve boğazın iç tarafında yer alan bütün ulusların üzerine sefere çıkmış. Bu sefer sırasında Atina bütün Helenlerin başına geçerek, Atlantisli hükümdarları bozguna uğratmış ve bir zafer anıtı diktirerek, Herakles sütunlarının iç tarafında yer alan; yani Phaedo’nun altını çizdiği ve bugün Akdeniz olarak adlandırılan “Kurbağa Havuzu”nda yer alan Libya, Mısır, Kuzey İtalya, Yunanistan ve Akdeniz’in hâkim olduğu diğer toprakların fethine girişmiş. Ancak ansızın büyük bir tufan olmuş, yer sarsılmış, deniz uğuldamış, dalgalar dağlarca yükselmiş, dağlar böğürmüş ve bütün Atinalı savaşçılar göz açıp kapayıncaya kadar toprağa yığılıp Atlantis’le birlikte sonsuza dek serin sulara gömülmüş. İşte o günden sonra, bütün bu güzelliği ve ihtişamıyla bir yitik ülke’ye dönüşmüş Atlantis. Adeta yenilgiyi sindirememiş ve işgalcilerle birlikte taşıdığı yüke boyun eğip derin bir sessizliğe gömülmüş. O gün bugün neredeyse kutsanan bir özlemle aranır olmuş Atlantis.

Mitolojisi böyle bir ustalıkla örülmüş olan Atlantis’in daha önce de vurgulandığı üzere ilgilisi her çağda bol olmuş. Atlantis Efsanesi, bazen İskandinavya’nın İsveç’inde, bazen İtalya’da, kimi Akdeniz’in ortasında yahut Mısır’da, hatta Anadolu’nun kıyıcığında, bazen Atlantik Okyanusu’nda aranmış. En son ve en popüler ilişki ise Minos Uygarlığı ile kurulmuştur.

Bir Pier Vidal-Naquet çalışması olan Kayıp Kıta Atlantis isimli kapsamlı eserin okunması nedeniyle kaleme alınan bu yazının amacı, sizleri usta bir tarih yazarıyla tanıştırma arzusudur.

Yazar bu çalışmayı gerçekleştirmeyi 1953 yılında “Platonun Tarih Anlayışı” üzerine hazırlamakta olduğu tez çalışmasını sürdürürken, Platon Külliyatı okumaları sırasında karşılaştığı Atlantis’e ilişkin küçük bölüm nedeniyle karar veriyor. Gerçekleştirmek ise çok uzun yıllar sonra olabiliyor. Nitekim yazara göre Kayıp Kıta Atlantis adlı bu çalışma, arkadaşlarının yoğun destek ve yardımlarıyla tamamlanabilmiştir. Eser 2500 yıllık bir anlayışın, mitolojik bir hummanın içinde sürdürülen yitik ülkenin gizemine ilişkin bilinen-bilinmeyen bütün sorulara cevap aramaktadır. Okunması sadece bir kitap okuması değil, bir düşülkenin de mitolojik arka planı olarak ziyadesiyle keyif verici olacaktır.

İşte Pier Vidal-Naquet sözü edilen bu nefis çalışmasında hem burada anlatılanları detaylarıyla inceliyor ve aktarıyor hem de bunlarla ilişkili ilişkisiz çok sayıda araştırmayı irdeliyor. Yazarın bu çalışması, sadece gizemli Atlantis’in arayışı değil, aynı zamanda titiz bir mitoloji yolculuğu gibi de okunabiliyor. Çalışmanın geçmişle günümüz arasında kurduğu dinamik ilişki ise oldukça çarpıcı bir güncellik sergiliyor.

Pier Vidal-Naquet, (Çev.: Ali Cevat Akkoyunlu), Kırmızı Kedi Yayınları, 2011, 165 s.

1 yorum: