Hayatta hemen her şeyin üretim ilişkileri ekseninden biçimlendiğini tanımlayan yaklaşımlar, salt bir ideolojik var oluşun militanlığına soyunmaz, aynı zamanda başka değerler silsilesinin göz ardı edilmesi amacını hizmet eden önlenemez bir manipülâsyonun da PR’ı için yoğun çaba harcarlar. Amaç, her ne kadar başta meram edilmiş sorunların aşılması olsa da, özde merkezi bir algının ekseninde biçimlendirilen bu tip yaklaşımlar, zamanla kendi kabullerinden başka, hiçbir eğilim ya da talebin tarafında yer almaz; hatta çeşitlenen taleplerin büyük risk oluşturduğu varsayımından hareketle, giderek statikleşme gösteren, olabildiğince steril bir sıradanlığı savunmaya başlarlar. Statüko buradan doğar.
Aslında aydınlanma hareketlerinin temelinde gözlenen tarihsellik incelendiğinde, demokratik eğilimlerin mümkün mertebe etkin rol aldığı da gözlenecektir. Yalnız ilerleyen zamanlarda, söz konusu çaba için konumlanmış demokrasi taraftarlarının benimsedikleri ideolojik farklılıklar, giderek birbirine yabancılaşan ilişkilerin ve “yaşamsal”a karşı takınılan tavrın farklılaşmasına neden olmaktadır.
Öyle ki; demokrasilerin doğası gereği içinde bulunduğu tembellik yeteneği, zamanla onun için mücadele edenlerin, o ana kadar sahip olduklarına sekterce tutunmalarını, hatta o düzlemde beklenen ya da talep edilen her türlü değişime direnen bir reaksiyonla totaliterleşmelerine neden olur. Demokrasilerdeki bu tip statükocu totaliterlik eğilimleri, daima sistem olarak monarşik olandan daha tutucu olurlar. Demokrasilerin kendi dokunulmazı olarak addettiklerine müdahale etmek arzusu dahi, kendi içlerinde ihanetle tanımlanabilecek nitelikte, öteki için deli saçması bir kapalılıkta sahiplenilir.
Bu tip reaktif karşı çıkışların temelinde ise daima aynı nedenler, aynı başlıklar gözlenir. Bu neden ve başlıklar ise muhafazakârlık ve milliyetçiliktir. Anayasa değişikliği konusundaki direnç buradan gelir.
Özünde milli aidiyetlere yaslanarak oluşturulmuş bu tip sistemlerin kalelerinde gizli, faşist egemen anlayışların bulunduğu açık-kapalı örneklerle sabittir. Sırf bu nedenlerle dahi adına cumhuriyet denen rejimlerin mevcut hemen bütün örneklerinde milliyetçi ve muhafazakâr eğilimlerin ağırlığı ziyadesiyle hissedilir. Rejim kendini ne adla tanımlarsa tanımlasın uygulamada kaba bir totalitarizm hissedilir. Bunun yanında kendini Sosyalist cumhuriyet olarak tanımlayan ülkelerde de bunun başka tip bir otoriteye yaslanan ziyadesiyle tiranik örnekleri payidardır.
Oysa ileri demokrasi diye tanımlanan, hatta sınırları gayet esnek ve çoğu zaman izafi olarak çizilmiş olan batı demokrasileriyle tamamlanmak istenen tartışmalı tanımlama bu ütopik çerçeve için ziyadesiyle keyfiyetçi resmedilmektedir.
Öyle ki; merkezinde belli başlı Avrupa cumhuriyetlerinin ve ABD’nin bulunduğu bu tip demokrasi örneklerinin yapısında yer alan hoşgörüsüzlük giderek keskin hatlar kazanmaktadır. Kendinden olmayana karşı girişilen bu tip ziyadesiyle riyakâr örneklerin, iş başkalarının hakları ve taleplerine gelince, nasıl büyük bir şiddetle emperyal refleksler geliştirdiği ise layıkıyla aşikârdır.
Son örnekleri Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da gözlenen batılı demokrasilerin tutumları, altı çizilen eksende ziyadesiyle dikkat çekicidir. Bununla birlikte, bulunduğu tarihsel stratejik konum nedeniyle fazlasıyla anahtar özellikte bulunan Türkiye’nin ise, son yıllarda çizdiği dış politika stratejisi ve içinde bulunduğu değişken dinamik bölgesel kaynamalara getirdiği vizyoner yaklaşım ise fazlasıyla takdir edilmektedir.
Buna rağmen, Türkiye’nin belli iç ve dış sorunlara karşı takındığı duyarsızlık ise kendi bedeni içinde büyüyerek palazlanan sorunlara neden olmaktadır. O bedende sıkıntıları büyüten temel unsur ise hiç kuşkusuz Kürt sorunudur.
Türkiye’nin Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da reklâm düzeyinde büyük bir kampanyayla uluslar arası ölçekte sürdürdüğü müthiş insani değerler savunuculuğu vizyonunun, kendi Kürtlerine karşı takındığı kocaman duyarsızlıkta neye karşılık geldiği ise artık dünya kamuoyunun gözünden kaçamayacak kadar aşikârdır.
Oysa bütün referanslarını ontolojik olandan alan tırnak içinde muhafazakâr hükümet, her fırsatta Filistin üzerinden dillendirdiği ezilen halk dramının, kendi sınırları içindeki dramı çözemeyeceğini bilmesi gerekir.
Elbette bu tavrın kendine has gerekçeleri vardır; ancak unutulmamalıdır ki, ülkenin bir tarafında artık kendini panzerlerin önüne koymaya karar vermiş yığınların haberleri bütün dünyanın malumudur. Eğer adil temsiliyet hakkı için olmazsa olmaz olan seçim barajının düşürülmesi dahi hükümetin cüret edemediği bir seçenekse, kendi sorunlarına yabancılaşmış, kendi hastalıklarını görmezden gelmeye başlamış bir bedenden bahsettiğimizden kimsenin kuşkusu olmasın.
Hal böyle olunca yukarıda bahsi geçen, demokrasilerde doğası gereği mevcut olan statükocu, milliyetçi ve muhafazakâr damarların birlikteliği daha bir anlam kazanmaktadır.
Sözün burasında, Türkiye’de son dönemlerde belli örnekler üzerinden tezahür eden garipliklerin bu birliktelikteki mantıkla çeliştiğini söylediğinizi işitir gibiyim. Ancak unutulmamalıdır ki bu tür çelişkilerin içinde taşıdığı temel paradigmanın belli nedenlerle bir birine entegre olamamasıyla ilişkisi vardır.
Burada statüko ve muhafazakarlık daima çelişenleri, milliyetçilik ise tutkal işlevini üstlenmektedir. Bunun için statükonun güçlü olduğu zamanlarda milliyetçi statüko, muhafazakarlığın güçlendiği zamanlarda ise muhafazakâr milliyetçilik gücü devralır.
Ancak her iki sonuç da özünde temelini milliyetçilik ana paydasından biçimler ve o damarla milli olmayana resmi ya da gayri resmi kanalların tamamını kullanarak yaptırım uygulamayı sürdürür. Bugün olan da bu minval aşikardır. Devletin derinliği de buradan gelir.
Aslında aydınlanma hareketlerinin temelinde gözlenen tarihsellik incelendiğinde, demokratik eğilimlerin mümkün mertebe etkin rol aldığı da gözlenecektir. Yalnız ilerleyen zamanlarda, söz konusu çaba için konumlanmış demokrasi taraftarlarının benimsedikleri ideolojik farklılıklar, giderek birbirine yabancılaşan ilişkilerin ve “yaşamsal”a karşı takınılan tavrın farklılaşmasına neden olmaktadır.
Öyle ki; demokrasilerin doğası gereği içinde bulunduğu tembellik yeteneği, zamanla onun için mücadele edenlerin, o ana kadar sahip olduklarına sekterce tutunmalarını, hatta o düzlemde beklenen ya da talep edilen her türlü değişime direnen bir reaksiyonla totaliterleşmelerine neden olur. Demokrasilerdeki bu tip statükocu totaliterlik eğilimleri, daima sistem olarak monarşik olandan daha tutucu olurlar. Demokrasilerin kendi dokunulmazı olarak addettiklerine müdahale etmek arzusu dahi, kendi içlerinde ihanetle tanımlanabilecek nitelikte, öteki için deli saçması bir kapalılıkta sahiplenilir.
Bu tip reaktif karşı çıkışların temelinde ise daima aynı nedenler, aynı başlıklar gözlenir. Bu neden ve başlıklar ise muhafazakârlık ve milliyetçiliktir. Anayasa değişikliği konusundaki direnç buradan gelir.
Özünde milli aidiyetlere yaslanarak oluşturulmuş bu tip sistemlerin kalelerinde gizli, faşist egemen anlayışların bulunduğu açık-kapalı örneklerle sabittir. Sırf bu nedenlerle dahi adına cumhuriyet denen rejimlerin mevcut hemen bütün örneklerinde milliyetçi ve muhafazakâr eğilimlerin ağırlığı ziyadesiyle hissedilir. Rejim kendini ne adla tanımlarsa tanımlasın uygulamada kaba bir totalitarizm hissedilir. Bunun yanında kendini Sosyalist cumhuriyet olarak tanımlayan ülkelerde de bunun başka tip bir otoriteye yaslanan ziyadesiyle tiranik örnekleri payidardır.
Oysa ileri demokrasi diye tanımlanan, hatta sınırları gayet esnek ve çoğu zaman izafi olarak çizilmiş olan batı demokrasileriyle tamamlanmak istenen tartışmalı tanımlama bu ütopik çerçeve için ziyadesiyle keyfiyetçi resmedilmektedir.
Öyle ki; merkezinde belli başlı Avrupa cumhuriyetlerinin ve ABD’nin bulunduğu bu tip demokrasi örneklerinin yapısında yer alan hoşgörüsüzlük giderek keskin hatlar kazanmaktadır. Kendinden olmayana karşı girişilen bu tip ziyadesiyle riyakâr örneklerin, iş başkalarının hakları ve taleplerine gelince, nasıl büyük bir şiddetle emperyal refleksler geliştirdiği ise layıkıyla aşikârdır.
Son örnekleri Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da gözlenen batılı demokrasilerin tutumları, altı çizilen eksende ziyadesiyle dikkat çekicidir. Bununla birlikte, bulunduğu tarihsel stratejik konum nedeniyle fazlasıyla anahtar özellikte bulunan Türkiye’nin ise, son yıllarda çizdiği dış politika stratejisi ve içinde bulunduğu değişken dinamik bölgesel kaynamalara getirdiği vizyoner yaklaşım ise fazlasıyla takdir edilmektedir.
Buna rağmen, Türkiye’nin belli iç ve dış sorunlara karşı takındığı duyarsızlık ise kendi bedeni içinde büyüyerek palazlanan sorunlara neden olmaktadır. O bedende sıkıntıları büyüten temel unsur ise hiç kuşkusuz Kürt sorunudur.
Türkiye’nin Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da reklâm düzeyinde büyük bir kampanyayla uluslar arası ölçekte sürdürdüğü müthiş insani değerler savunuculuğu vizyonunun, kendi Kürtlerine karşı takındığı kocaman duyarsızlıkta neye karşılık geldiği ise artık dünya kamuoyunun gözünden kaçamayacak kadar aşikârdır.
Oysa bütün referanslarını ontolojik olandan alan tırnak içinde muhafazakâr hükümet, her fırsatta Filistin üzerinden dillendirdiği ezilen halk dramının, kendi sınırları içindeki dramı çözemeyeceğini bilmesi gerekir.
Elbette bu tavrın kendine has gerekçeleri vardır; ancak unutulmamalıdır ki, ülkenin bir tarafında artık kendini panzerlerin önüne koymaya karar vermiş yığınların haberleri bütün dünyanın malumudur. Eğer adil temsiliyet hakkı için olmazsa olmaz olan seçim barajının düşürülmesi dahi hükümetin cüret edemediği bir seçenekse, kendi sorunlarına yabancılaşmış, kendi hastalıklarını görmezden gelmeye başlamış bir bedenden bahsettiğimizden kimsenin kuşkusu olmasın.
Hal böyle olunca yukarıda bahsi geçen, demokrasilerde doğası gereği mevcut olan statükocu, milliyetçi ve muhafazakâr damarların birlikteliği daha bir anlam kazanmaktadır.
Sözün burasında, Türkiye’de son dönemlerde belli örnekler üzerinden tezahür eden garipliklerin bu birliktelikteki mantıkla çeliştiğini söylediğinizi işitir gibiyim. Ancak unutulmamalıdır ki bu tür çelişkilerin içinde taşıdığı temel paradigmanın belli nedenlerle bir birine entegre olamamasıyla ilişkisi vardır.
Burada statüko ve muhafazakarlık daima çelişenleri, milliyetçilik ise tutkal işlevini üstlenmektedir. Bunun için statükonun güçlü olduğu zamanlarda milliyetçi statüko, muhafazakarlığın güçlendiği zamanlarda ise muhafazakâr milliyetçilik gücü devralır.
Ancak her iki sonuç da özünde temelini milliyetçilik ana paydasından biçimler ve o damarla milli olmayana resmi ya da gayri resmi kanalların tamamını kullanarak yaptırım uygulamayı sürdürür. Bugün olan da bu minval aşikardır. Devletin derinliği de buradan gelir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder