21 Nisan 2011 Perşembe

Bağımsızlar ve Mümtazlar

YSK’nın akıllara durgunluk veren veto partisi, iki günden beri ülke gündemine bir bomba etkisi yaratarak oturmuş durumda. Konunun bütün uzmanları, parlamenterler, gazeteciler ve en önemlisi de hukukçular büyük bir şaşkınlık içinde kararı anlamaya çalışırken, ilginç tepkilerin de ardı arkası kesilmek bilmiyor. Konuya ilişkin temel başlıklara bakıldığında, üç tür yaklaşım dikkat çekiyor.



Bu yaklaşımlar:

1) Karar siyasidir. O halde hukukun siyasetle ilişkisi derindir. Yani vetonun zamanlaması, hedef aldığı gurup ve isimler dikkate değer ölçülerde özeldir; seçilmiştir. Bütün bu çerçeve de devletin çeşitli kademelerinde hala bir derin devlet etkisi açık seçik ortadadır ve haşmetli bir cübbenin içinden toplumsal iradeye tehditkâr bir cüretle bakmaktadır.

2) Karar siyasi değildir. Zira hukuk devletlerinde uygulanacak hukukun sınırları yasalarla çizilmiştir. Hukuk insanlarının ya da yargı organlarının bu sınırlar içinde davranması mecburidir. O halde yargı mercileri kendi istekleri ya da yargıçlık vicdanlarıyla değil yürürlükte olan yasaların çizdiği çerçeveye göre davranmak zorundadırlar. Bu nedenle karar asla siyasi değildir, tamamen hukukidir. Dolayısıyla yargıya bu nedenle başka türlü anlamlar yüklemek, derin bağlantıları filan sorgulamak zinhar yanlıştır.

3) Karar ne hukukidir ne de siyasidir. Çünkü kendisi hakkında karar verilmiş bağımsız adaylara ve onların toplumsal karşılıklarına bakıldığında kolayca anlaşılacaktır ki; hedef gözetilmese de ciddi bir ayrımcılığı işaret eder niteliktedir. Ancak tam da bu nedenle karar hem hukuki değildir hem de sonuçları bakımından siyasi değildir. Yansımaları toplumsal vicdanın kabul edemeyeceği hassasiyette ve oldukça kırılgandır. Nitekim konuya ilişkin yapılan açıklamalara bakıldığında da başta ana muhalefet partisi başkanı ve meclis başkanı olmak üzere tepkiler bu son başlığın işaret ettiği şekilde gelişmiştir. Zira yaygın toplumsal kanaatlerin de gazete manşetlerinden ve köşe yazılarından da hareketle ortaya koyduğu tablo budur.



Biz burada bu maddelerin derinliğine çözümlemesini yapmak niyetinde değiliz. Zira konuya ilişkin yeterince bilgili ve bilgisiz yorum ve değerlendirme iki günden beri ekranlar ve gazeteler aracılığı ile toplumun kanaatlerinin üzerine boca edilmektedir. Ziyadesiyle büyük soru işaretleriyle tartışılan bu tip kararların yaşandığı/yaşanılmasına alışık olduğumuz ülkemizde konuya ilişkin bütün problematiğin 12 Eylül Anayasası ile açıklandığı ise herkesin malumudur. Bütün çevrelerin ve hatta bütün kurumların bildiği ve kabul ettiği bu sorunun çözüm süreçlerinde ise hangi nedenlerle ve ne tür açıklamalarla çözümsüz kaldığı duyarlı çevrelerin sık sık sorduğu ve cevap bulamadığı bir sorudur.



Bizim bildiklerimizin, kamuoyunun bu çerçevede bütün hassasiyetiyle tartıştığı gerçeklerden öte hukuki bir derinliği olmasa da; mevcut yasaların ve konuya ilişkin yasa maddelerinin birbiriyle ne denli kopuk ve ilgisiz olduklarının altını çizmemiz gerekir. Bununla birlikte konunun siyasi arka planındaki gerçeklere işaret eden bazı örnekler var ki, insanın onları görmezden gelmesi zül sayılır/sayılmalıdır.

Dün akşam (19.04.2011) meselenin bütün çarpıcılığıyla tartışıldığı televizyon programlarından birinde (CNN TÜRK) Mümtaz Soysal’ın da Anayasa Profesörü unvanıyla dâhil olduğu bir oturum sırasında, YSK’nın Veto Kararı’nın bir ayrımcılık içerdiğini iddia eden EMEP Genel Başkanı ve İstanbul 3. Bölge Bağımsız Milletvekili Adayı Levent Tüzel’e verdiği cevap tüyler ürperticiydi. Soysal, Ankara’dan katıldığı programda bir muktedirin özgüveni ve bütün sükûnetiyle şu haşmetli cevabı indiriveriyordu, Aydın Engin’in, Av. Baran Doğan’ın ve diğer konukların suratına: Mealen, “Evet, Ayrımcılık yapılmıştır; çünkü BDP’liler seçime parti olarak giremedikleri için bağımsız adayları tercih etmiştir. Bu nedenle YSK yetkilileri sistemi koruyabilmek için bu yönteme başvurmuştur”, diyordu.

Buradan hareketle insan bazı soruları sormadan edemiyor. Sayın Soysal, henüz YSK yetkililerinin bile kendilerini bir savunma hattında görmedikleri/konumlamadıkları bir ortamda, hatta “eksik evraklar var, getirilirse karar düzeltilebilir” anlamındaki açıklamayı yapmışken, neden böyle açıklanamaz bir niyetin sözcülüğünü yapmaktaydı? Bu yaklaşımın hangi büyük çatlakları, toplumun hangi katmanlarına arasında ne kadar büyük uçurumlar açtığının hala mı farkında değildi? Bir başka soru: Sayın Soysal gerçekten bu açıklamalarıyla demokratlığın, solculuğun, aydın olma geleneklerinin hangi tanımlarına dinamit koyduğunun farkında mıydı? Bütün bu yaklaşımların faşizmin tanımları içindeki konumunu bilmemesi mümkün müydü?

Ancak görünen o ki; bütün bunlar gayet bilerek ve benimsenerek tercih edilmiş yaklaşımlardır ve hatta sayın Profesörün çeşitli konularda başkaca bir çok veciz mahiyetindeki yaklaşımı da örneklerle sabittir.

Hatırlamak gerekirse; aynı Soysal, Cumhuriyet Gazetesi’ndeki bir yazısında Ilısu Barajı ve Hasankeyf’in suların altında kalmasıyla ilişkili fikirlerini üst perdeden bir tepkisellikle dillendirirken, feci kızmıştı ve şöyle diyordu.
“Bazı şeyleri hep birden bilmek zorundayız: Ilısu projesi, Dicle gibi muazzam enerji kaynağı olan bir akarsu debisinin üçte ikisini tek bir barajda toplamak demektir. Yeryüzünde ender rastlanan bir durum bu. Daha da önemlisi, baraj yapmak, Türkiye’nin o köşesini de sahiplenmek ve başkalarının aynı köşeye ilişkin hesaplarını boşa çıkarmaktır. Ilısu konusundaki büyük çullanışın asıl nedeni bu hesaplar. Başkaları petrolü ellerinde tutarak Ortadoğu’ya hükmederken, aynı coğrafyada petrolden de değerli olan suyu tutamamış bir Türkiye armut mu toplamalı? Dicle akacak, Türk bakacak, öyle mi? Bilinsin ki, o bölge elden çıkınca… Gafletin de bir sonu olmalı.”

Bu ve bunun gibi daha nice zamanlarda benzer beyanlarla, kendini sistemin koruyucuları olarak addedenlerin ve hatta kendinden ziyade herkesin düşman ve hain olduğuna iyiden iyiye inanmış olanların, kimlerden nefret ettiklerini/edilmesini istediklerini, nasıl bir anlayışın penceresinden ötekinin dünyasına baktığını, Kürtleri, yoksulları, halkları nasıl hakir gördüklerini herhalde herkes bütün çıplaklığıyla görmektedir.

Ne diyelim: Ders ola, vicdan ola..! Tabii varsa!

10 Nisan 2011 Pazar

Bir Yitik Ada ya da Atlantis Mitosu’nun Gizemli Vedası

Atlantis adındaki efsanevi yitik ülke, Antikçağ’dan günümüze araştırmacıların, düşünürlerin, tarihçilerin, ve hatta ozanların daima ilgisini çekmiştir. Çünkü gizemdir Atlantis, çünkü sırrın bütün çekiciliğine, rivayetin bütün ihtişamına sahiptir. Zira Platon’un “Critias” diyaloğunda Critias, Helen dünyasının ünlü devlet adamı Solon’un Atlantis’e ilişkin Mısırlı rahiplerden dinlediği bir hikâyeyi şöyle anlatır.

Vaktiyle tanrılar bütün dünyayı barışçı bir şekilde; kavgasız, gürültüsüz aralarında paylaşmışlar. Bu paylaşımda her tanrı hoşuna giden parçayı alıp, orasını yönetmeye koyulmuş. Paylaşımın Athena ve Herakleitos’a düşen parçası Atina iken, Denizler Hakanı Tanrı Poseidon’a Atlantis Ülkesi düşmüş. Atlantis, bin bir çiçekle süslü, debi derya bolluk içinde, her türden evcil ve vahşi hayvanın bulunduğu, insanların üzerinde mutlu yaşadığı rüyalar güzeli bir ülkeymiş. Gel zaman git zaman, Poseidon’un himayesi altındaki bu adada yaşayan Euenor’un güzel fakat ölümlü kızı Klieto, Poseidon’un aklını çelmiş, ılık bir soluk gibi kalbinin derinlerine yerleşmiş. Poseidon’la Klieto sonunda evlenmişler. Bu tanrı kul evliliğinden beş kere ikiz çocukları dünyaya gelmiş. Bu ikiz çocukların ilkinden önce doğana Atlas adını vermişler. Bir zaman sonra Tanrı Poseidon, bir yeryüzü cenneti olan Atlantis Adası’nın yönetimini oğlu Atlas’a vermiş. Diğer çocuklarına ise adada yaşayan uyruklar ve geniş topraklar bahşetmiş. Başlarda isimsiz olan o güzelim ada, işte o tarihten sonra Atlas’ın adından dolayı Atlantis olarak anılmış. Adanın hemen önünde uçsuz bucaksız uzanan engin denize de Atlantik denmiş.

Bir başka Platon anlatısı olan “Timaeos”ta ise Atlantis efsanesinin bu detaylardan yoksun fakat bir devlet olarak portresi çizilirken, nasıl yok olduğunun hikayesi de ana hatlarıyla aktarılıyor.

Bu anlatıya göre, Atinalı ünlü devlet adamı Solon, bir Mısır seyahati sırasında Sais şehrine uğrar ve orada şehrin rahipleriyle yaptığı sohbette, rahipler ona Atlantis’in öyküsünü anlatırlar. Rahiplerin anlattıklarına göre Mısır dilinde Neith, Helence’de ise Athena adı verilen kadınlar Seis ve Atina şehirlerini kurarlar. Bu nedenle Saisliler Atinalılara gönülbağı ve muhabbetle bağlıdır. Bu rahiplerden birinin aktardığına göre Sais şehri o konuşmadan 8 bin yıl önce, Atina ise ondan da bin yıl daha önce kurulmuştur. Her iki şehir de Athena adı verilen bu tanrıça kadınlar tarafından kurulmuştur. (Oysa Mısır hiyeroglifleri, ilkel Atina’nın kuruluşuna ilişkin tarifleri ve öyküyü içerir. Dolayısıyla Atina’nın Sais’ten eski olması pek ihtimal dâhilinde değildir. Ayrıca mevcut arkeolojik bulgular da ne bugün ne de daha başka bir zaman diliminde Platon’un bu tezini doğrulamamıştır. Bu nedenle Platon tarafından yaratılmak istenen kadim Helen kültürünün Mısır’dan daha eskiliği arayışı başarısız bir deneme olarak kalmıştır.)

Homeros’tan da hatırlanacağı üzere, O zamanlar Herakles Sütunları denen Cebelitarık Boğazı’nın ön tarafında Libya ile Asya’dan (Neden Libya dendiği, Asya’dan ne kastedildiği belirsiz) daha büyük bir ada varmış. Bu adanın adı Atlantis’miş. Buranın hükümdarları bir süre sonra egemenliklerini çevrede bulunan diğer adalara ve hatta kıtanın diğer parçalarına kabul ettirerek, hayranlık verici bir devlet kurmuşlar. Gün gelmiş, bu güçlü ada devleti kuvvetlerini bir araya toplamış, Atina’ya, Mısır’a ve boğazın iç tarafında yer alan bütün ulusların üzerine sefere çıkmış. Bu sefer sırasında Atina bütün Helenlerin başına geçerek, Atlantisli hükümdarları bozguna uğratmış ve bir zafer anıtı diktirerek, Herakles sütunlarının iç tarafında yer alan; yani Phaedo’nun altını çizdiği ve bugün Akdeniz olarak adlandırılan “Kurbağa Havuzu”nda yer alan Libya, Mısır, Kuzey İtalya, Yunanistan ve Akdeniz’in hâkim olduğu diğer toprakların fethine girişmiş. Ancak ansızın büyük bir tufan olmuş, yer sarsılmış, deniz uğuldamış, dalgalar dağlarca yükselmiş, dağlar böğürmüş ve bütün Atinalı savaşçılar göz açıp kapayıncaya kadar toprağa yığılıp Atlantis’le birlikte sonsuza dek serin sulara gömülmüş. İşte o günden sonra, bütün bu güzelliği ve ihtişamıyla bir yitik ülke’ye dönüşmüş Atlantis. Adeta yenilgiyi sindirememiş ve işgalcilerle birlikte taşıdığı yüke boyun eğip derin bir sessizliğe gömülmüş. O gün bugün neredeyse kutsanan bir özlemle aranır olmuş Atlantis.

Mitolojisi böyle bir ustalıkla örülmüş olan Atlantis’in daha önce de vurgulandığı üzere ilgilisi her çağda bol olmuş. Atlantis Efsanesi, bazen İskandinavya’nın İsveç’inde, bazen İtalya’da, kimi Akdeniz’in ortasında yahut Mısır’da, hatta Anadolu’nun kıyıcığında, bazen Atlantik Okyanusu’nda aranmış. En son ve en popüler ilişki ise Minos Uygarlığı ile kurulmuştur.

Bir Pier Vidal-Naquet çalışması olan Kayıp Kıta Atlantis isimli kapsamlı eserin okunması nedeniyle kaleme alınan bu yazının amacı, sizleri usta bir tarih yazarıyla tanıştırma arzusudur.

Yazar bu çalışmayı gerçekleştirmeyi 1953 yılında “Platonun Tarih Anlayışı” üzerine hazırlamakta olduğu tez çalışmasını sürdürürken, Platon Külliyatı okumaları sırasında karşılaştığı Atlantis’e ilişkin küçük bölüm nedeniyle karar veriyor. Gerçekleştirmek ise çok uzun yıllar sonra olabiliyor. Nitekim yazara göre Kayıp Kıta Atlantis adlı bu çalışma, arkadaşlarının yoğun destek ve yardımlarıyla tamamlanabilmiştir. Eser 2500 yıllık bir anlayışın, mitolojik bir hummanın içinde sürdürülen yitik ülkenin gizemine ilişkin bilinen-bilinmeyen bütün sorulara cevap aramaktadır. Okunması sadece bir kitap okuması değil, bir düşülkenin de mitolojik arka planı olarak ziyadesiyle keyif verici olacaktır.

İşte Pier Vidal-Naquet sözü edilen bu nefis çalışmasında hem burada anlatılanları detaylarıyla inceliyor ve aktarıyor hem de bunlarla ilişkili ilişkisiz çok sayıda araştırmayı irdeliyor. Yazarın bu çalışması, sadece gizemli Atlantis’in arayışı değil, aynı zamanda titiz bir mitoloji yolculuğu gibi de okunabiliyor. Çalışmanın geçmişle günümüz arasında kurduğu dinamik ilişki ise oldukça çarpıcı bir güncellik sergiliyor.

Pier Vidal-Naquet, (Çev.: Ali Cevat Akkoyunlu), Kırmızı Kedi Yayınları, 2011, 165 s.

6 Nisan 2011 Çarşamba

Statüko in demokrasi out

Hayatta hemen her şeyin üretim ilişkileri ekseninden biçimlendiğini tanımlayan yaklaşımlar, salt bir ideolojik var oluşun militanlığına soyunmaz, aynı zamanda başka değerler silsilesinin göz ardı edilmesi amacını hizmet eden önlenemez bir manipülâsyonun da PR’ı için yoğun çaba harcarlar. Amaç, her ne kadar başta meram edilmiş sorunların aşılması olsa da, özde merkezi bir algının ekseninde biçimlendirilen bu tip yaklaşımlar, zamanla kendi kabullerinden başka, hiçbir eğilim ya da talebin tarafında yer almaz; hatta çeşitlenen taleplerin büyük risk oluşturduğu varsayımından hareketle, giderek statikleşme gösteren, olabildiğince steril bir sıradanlığı savunmaya başlarlar. Statüko buradan doğar.

Aslında aydınlanma hareketlerinin temelinde gözlenen tarihsellik incelendiğinde, demokratik eğilimlerin mümkün mertebe etkin rol aldığı da gözlenecektir. Yalnız ilerleyen zamanlarda, söz konusu çaba için konumlanmış demokrasi taraftarlarının benimsedikleri ideolojik farklılıklar, giderek birbirine yabancılaşan ilişkilerin ve “yaşamsal”a karşı takınılan tavrın farklılaşmasına neden olmaktadır.

Öyle ki; demokrasilerin doğası gereği içinde bulunduğu tembellik yeteneği, zamanla onun için mücadele edenlerin, o ana kadar sahip olduklarına sekterce tutunmalarını, hatta o düzlemde beklenen ya da talep edilen her türlü değişime direnen bir reaksiyonla totaliterleşmelerine neden olur. Demokrasilerdeki bu tip statükocu totaliterlik eğilimleri, daima sistem olarak monarşik olandan daha tutucu olurlar. Demokrasilerin kendi dokunulmazı olarak addettiklerine müdahale etmek arzusu dahi, kendi içlerinde ihanetle tanımlanabilecek nitelikte, öteki için deli saçması bir kapalılıkta sahiplenilir.

Bu tip reaktif karşı çıkışların temelinde ise daima aynı nedenler, aynı başlıklar gözlenir. Bu neden ve başlıklar ise muhafazakârlık ve milliyetçiliktir. Anayasa değişikliği konusundaki direnç buradan gelir.

Özünde milli aidiyetlere yaslanarak oluşturulmuş bu tip sistemlerin kalelerinde gizli, faşist egemen anlayışların bulunduğu açık-kapalı örneklerle sabittir. Sırf bu nedenlerle dahi adına cumhuriyet denen rejimlerin mevcut hemen bütün örneklerinde milliyetçi ve muhafazakâr eğilimlerin ağırlığı ziyadesiyle hissedilir. Rejim kendini ne adla tanımlarsa tanımlasın uygulamada kaba bir totalitarizm hissedilir. Bunun yanında kendini Sosyalist cumhuriyet olarak tanımlayan ülkelerde de bunun başka tip bir otoriteye yaslanan ziyadesiyle tiranik örnekleri payidardır.

Oysa ileri demokrasi diye tanımlanan, hatta sınırları gayet esnek ve çoğu zaman izafi olarak çizilmiş olan batı demokrasileriyle tamamlanmak istenen tartışmalı tanımlama bu ütopik çerçeve için ziyadesiyle keyfiyetçi resmedilmektedir.

Öyle ki; merkezinde belli başlı Avrupa cumhuriyetlerinin ve ABD’nin bulunduğu bu tip demokrasi örneklerinin yapısında yer alan hoşgörüsüzlük giderek keskin hatlar kazanmaktadır. Kendinden olmayana karşı girişilen bu tip ziyadesiyle riyakâr örneklerin, iş başkalarının hakları ve taleplerine gelince, nasıl büyük bir şiddetle emperyal refleksler geliştirdiği ise layıkıyla aşikârdır.

Son örnekleri Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da gözlenen batılı demokrasilerin tutumları, altı çizilen eksende ziyadesiyle dikkat çekicidir. Bununla birlikte, bulunduğu tarihsel stratejik konum nedeniyle fazlasıyla anahtar özellikte bulunan Türkiye’nin ise, son yıllarda çizdiği dış politika stratejisi ve içinde bulunduğu değişken dinamik bölgesel kaynamalara getirdiği vizyoner yaklaşım ise fazlasıyla takdir edilmektedir.

Buna rağmen, Türkiye’nin belli iç ve dış sorunlara karşı takındığı duyarsızlık ise kendi bedeni içinde büyüyerek palazlanan sorunlara neden olmaktadır. O bedende sıkıntıları büyüten temel unsur ise hiç kuşkusuz Kürt sorunudur.

Türkiye’nin Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da reklâm düzeyinde büyük bir kampanyayla uluslar arası ölçekte sürdürdüğü müthiş insani değerler savunuculuğu vizyonunun, kendi Kürtlerine karşı takındığı kocaman duyarsızlıkta neye karşılık geldiği ise artık dünya kamuoyunun gözünden kaçamayacak kadar aşikârdır.

Oysa bütün referanslarını ontolojik olandan alan tırnak içinde muhafazakâr hükümet, her fırsatta Filistin üzerinden dillendirdiği ezilen halk dramının, kendi sınırları içindeki dramı çözemeyeceğini bilmesi gerekir.

Elbette bu tavrın kendine has gerekçeleri vardır; ancak unutulmamalıdır ki, ülkenin bir tarafında artık kendini panzerlerin önüne koymaya karar vermiş yığınların haberleri bütün dünyanın malumudur. Eğer adil temsiliyet hakkı için olmazsa olmaz olan seçim barajının düşürülmesi dahi hükümetin cüret edemediği bir seçenekse, kendi sorunlarına yabancılaşmış, kendi hastalıklarını görmezden gelmeye başlamış bir bedenden bahsettiğimizden kimsenin kuşkusu olmasın.

Hal böyle olunca yukarıda bahsi geçen, demokrasilerde doğası gereği mevcut olan statükocu, milliyetçi ve muhafazakâr damarların birlikteliği daha bir anlam kazanmaktadır.

Sözün burasında, Türkiye’de son dönemlerde belli örnekler üzerinden tezahür eden garipliklerin bu birliktelikteki mantıkla çeliştiğini söylediğinizi işitir gibiyim. Ancak unutulmamalıdır ki bu tür çelişkilerin içinde taşıdığı temel paradigmanın belli nedenlerle bir birine entegre olamamasıyla ilişkisi vardır.

Burada statüko ve muhafazakarlık daima çelişenleri, milliyetçilik ise tutkal işlevini üstlenmektedir. Bunun için statükonun güçlü olduğu zamanlarda milliyetçi statüko, muhafazakarlığın güçlendiği zamanlarda ise muhafazakâr milliyetçilik gücü devralır.

Ancak her iki sonuç da özünde temelini milliyetçilik ana paydasından biçimler ve o damarla milli olmayana resmi ya da gayri resmi kanalların tamamını kullanarak yaptırım uygulamayı sürdürür. Bugün olan da bu minval aşikardır. Devletin derinliği de buradan gelir.