21 Mart 2012 Çarşamba

Denizin üzerinde...


"Bana kimliksiz olmayı dayatıyorsunuz", dedi adam. Soğuk ve ıslak bir günün ortasında, denizin üzerinde ve gözleri bağlıydı... Düşlerine inandığı hayatın peşinden giderken yoluna çıkan etten duvara toslamıştı. İtiraz da ettendi, aşk da ettendi, sevdiğini sandığı her şeyin merkezi kabul ettiği kalp de... Gelip tosladığı o etten duvarın da etten birer kalbi olması inanılmazdı, korkunçtu ve ürkütücüydü. Ama çaresiz işte, gerçek de tam olarak buydu...



Bir yalnızlığın içinden gelmişti zaten, bir yalnızlık daha olmasın diyeydi her şey. Kimsenin diğer hayatlardan şırıngayla kan çekmesine dayanamıyor, reddin idrakinden beslenerek bileniyordu. Onun ki bir düştü ve büyük, çok büyük planlarla değil, basit ve sıradan değişikliklerle, ufak ve sakin bir dirençle seviyordu her şeyi. Düşü kederindendi. Kederi, kader denen yalana yamayarak onun üzerine vardıklarında ya vicdanlarını yanlarına almamışlardı ya da vicdan zaten onların etten kalplerinde olmayan bir yalandı. 

Denizin üzerindeydiler. Gözleri bağlıydı ve sonsuz bir rüzgar anlının çatlaklarından sızıyordu aklının zembereğine. Ne o umursuyordu etten duvarı, ne de o etten duvar, onun içinde bir can taşıdığını hatırlıyordu. Her şey usul usul bir derinliğe bakıyordu, her şey bir mavinin koynunda serin, sonsuz bir huzura akıyordu. Can da oraya akıyordu, cana tutunmuş vicdan da, vicdanı kavrayan etten yalan da... Her şey bir inancın içinde, büyük ve sonsuz bir kedere akıyordu. Ardında nal gibi bir çelme takarak etten duvara... "Bana kimliksiz olmayı dayatıyorsunuz, alın sizin olsun canımız, ama kimliğimi alamazsınız!" diye yavaşça bağırıyordu. Boşluğa, boşluğa bağırıyordu! Ve boşluk kendi çukurunda boğuluyordu...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder