13 Kasım 2013 Çarşamba

Bugün bunu paylaşmak varmış... Darya Dadvar - Sarzamine Man

Bir ses nasıl bir büyü yaratır, varın siz karar verin...

http://www.youtube.com/v/dYx1iLOaQao?autohide=1&version=3&autoplay=1&attribution_tag=o-5dfitya7LLr9CYHanJCA&feature=share&showinfo=1&autohide=1

25 Ekim 2013 Cuma

Dil ile İnsan, İnsan ile İnanmak

İnanmak, salt ontolojik çağrışımlar içermez, aynı zamanda aklıyla hareket edebilen; bir dili, bir öz’ü, bir kültürü, bir tarihi bulunan ademoğlunun, kendini içinde huzurlu ve güvende hissettiği samimi bir fikrin arkasından gitmeyi de kasteder. 

Bunun için, inanmış olmak için ille ontolojik bir kutsallığa gerek bulunmayabilir. 
İnanmak, bir bakıma insanın zekâsıyla yönetemediği bazı üst soruların çözümü için bazen idealler, bazen fikirler, bazen de tasavvur-üstü varlıklar yaratmasıyla huzura ermesidir. O nedenle, kimi biat edip teslim olan insan, kimi isyanın değil aklın erdemlerinden beslenerek yeni sorular sorup onların peşinden gider. Halbuki soru ne olursa olsun, insan “tözsel” ve “iliniksel” özellikleriyle varolan bir varlıktır. 

Bununla birlikte insanın tözsel varlığı daima iliniksel varlığının üstünde durur. “Tözsel varlık”, onun doğuştan sahip olduklarına, “iliniksel varlık”sa sonradan edindiği kazanımlarına karşılık gelir. İşte insanın toplamı bu anlamların toplamıdır ve asla tözsel olanın tartışılmasına rıza göstermez/göstermemelidir.

 Bu nedenle tözsel varlıkların en evzel kazanımı olarak dil, insan olanın da en kutsal değeridir ve yaşamsallığının bütün karşılıkları oradan beslenir. 

Kadimdir. Mutlaktır. Kristalizedir. 

Cinsiyet de böyledir, renk de, ırk da... İnançsa bu değerlerden sonra ama aynı zamanda hepsinin toplamıyla ilişkilidir. Bu nedenle inancın rengi, dili, ırkı ya da cinsiyeti bulunmaz. Zira inancın meşruiyeti kalbin derinindedir. Bu yüzdendir ki; hayatta meşru bir aşk ile bağlanmak için inancın derinliklerine ulaşmak gerekir. Bunun için bir kalbin büyüdüğü en verimli vahanın adına vicdan denmiştir. 

İşte okumakta olduğunuz bu metin ve onun uzak-yakın bütün çağrışımları bahsi geçen o vicdanadır ve bin bedenden akan onlarca nehrin suyuyla beslenmiştir. Bu arzu, bin rengin doğasıyla ışıyan, bin dilin acısıyla harlanan, bin hüznün kederiyle varolan tek bir canın, tek bir inancın değildir. 
Bu metin, bin denizin bir balığının, bin dağın bir bulutunundur. 
Bu metin büyük bir itirazın dilidir, çağrışımları da bunun toplamıdır; imtiyaza yaslanmaz. 

Tek amacı da budur, böyle anlaşılması yegane arzusudur.

24 Ağustos 2013 Cumartesi

ŞARK'İ YARA


ŞARK'İ YARA

Şiir dilini bilmediğimiz çocukların yalanıdır biraz da
Tutup göğün karnında bir yama gibi soyunmak için düşlerini...

Çün uçurum değil kıyısında durulan
Şakiri bir lehçedir de rivayet olunur
İstesek de oradadır, öldüresiye terketsek de...

Döşünde topmermisiyle uykuları kaçmış o kentin tarihi
Kadim diyorlar şimdilerde, mes'el-i karalıdır...

O çocuklar ki, uzak diyarlarda uykusuz adamların âzabıdır
Karaşın ve imandan özge uzun sakallıdır

Kara uykularda yurdu çalınmış birumet, bivatan ki takât-i yaralıdır"

Beşler'in Anası, Kürd'ün Acısı...


 -I-
Kimi sahtekarlar dakikadan bile kısa süren aralıklarla timsah gözyaşları döküyorlardı; hiç durmadan, yılmadan, uyumadan...
Acı Kürd'ün olunca kokarca gibi çekildiler kendi karanlıklarına, ille de dürtülmeyi bekliyorlar kokmak için.

Geberseniz de boş! Anladık sizinle bölüşecek acısı bile yok bu halkın, kendi karanlığınızda kör olsun insanlığınız!
Ama bilin! Kimse hiç bir şeyi unutmuyor, unutmayacak da.
Asla..!
...

-II-
Sözün menzili uzun, kısa kesilmez istemekle...
Saat sabahın neredeyse beşi, kederli bir kadın umudunu toprağa gömecek bugün, kanıyor...
Ve ben aynı toprakta nefes alıyorum...
Zulüm bu!!!
Annemsin Mehmet’in Annesi! Abdullah’ın, Ethem’in, Medeni'nin, Ali İsmail’in Annesi!  Tükenmez bir hürmetle öperim ellerinden...

Bağışla bizi...

Benim Yalnızlığım Seni Kalabalık Etmez...

Bir gün bitince bu kusursuz acı, kusursuz bir mutluluğu tadacağız. Ağzımızda bir halkın düşleri, bir zulüm toprağının koynunda güller büyüteceğiz. Dağlarımız orman, bağlarımız meyve taşıracak göğsünden...

Bir gün bitince bu kusursuz acı, her yanımız Ege Denizi, her yanımız Uludağ olacak. Ne Keban'da elektrik olacak suyumuz ve açılacak Keşan'da dürmesi, ne dalda zerdali olacak yurdumuz, bozkırında vurulacak oğlumuz.


Bir gün bitince bu kusursuz acı, bize bizim sözcüklerimizle yalan söyleyen dostlarımız olmayacak! Derin açacak gökyüzü, şairlerimiz kendi dilinde söyleyecek türkülerini. Ne şiirine küsecek bu halk, ne şiirden dökülen türküsüne...

Bir gün bitince bu kusursuz acı, hiç durmadan Rojava'da, Halep'de, Amed'de, Hewler'de kanamayacak rüyalarımız. Bir mendil gibi işlenmiş bir türkü, bir dil gibi süslenmiş bir tarih olacak ve anlayacak bizi de dostlarımız. Dostlarımız ki, aynı masada Türk olduğumuz kadar dost, Kürt olduğumuzda incinen birer düşman olduğumuz...

Dostlarımız ki, Filistin'de ölen mirasımızın yegane sahipleri, Rojava diyince tüyleri diken diken riyakarlarımız...


Ey memleketlim, ey düşünden beni çıkarmış zulümkar! Bil ki benim acım senin açtığın yaradandır! Bil ki benim yalnızlığım senin yalanındandır! Yaraysa yara! Acıysa acı! Ama artık senin sahtekarlığın korumaz canımı... Bil ve uyan! Ya yanyana duracağız ya da hiç! Beni ayıplama, zira ben o yalanı aşalı yüzyıl oldu! 

Unutma! Benim yalnızlığım seni kalabalık etmez, etmeyecek...

Ahmet Erhan'ın Ardından...

Bir şair düşünün ki, ülkesinin şiire en çok ihtiyaç duyduğu zamanda düşsün toprağa... 
Bir şair düşünün ki adı Ahmet Erhan olsun, durmadan düş sersin yaprağa... 

Ölüm uygunsuz bir uykudur, açamazsın gözünü, şimdi senin sesin mi uyuyan, ahh be Ahmet Abi! Gitmeyecektin!

16 Mayıs 2013 Perşembe

Sanatçının Yazgısı








Sanatçı kendi paradigmasını çözmüş değildir.


Çünkü ürettiği her eserde kendi yarasını onarmaya çalışır sanatçı. 
Oysa onardığı bedeni değil, ruhu olmalı ki,
her sanatçı illa amorf bir bedenin içinden yaratır eserlerini; 
Zeytin ağacı gibi... 
Solgun, gri ve dayanılmaz hüzünlü... 
Tam da herkesin ve her şeyin olmak istediği o derin, 
o uçsuz nehir misali...

Bazen gecikmek affedilmezdir...

Bazen gecikmek affedilmezdir...
Ve sen, zamanın kudretinden imtina edersin, oysa...

Sen beklerken, nasıl sessiz, nasıl yaralı gider göçmen kuşları...
Sonra bakakalırsın kanayan göğe, sonra her yanın al, her yanın sızı içinde...

Ne keder, ne göç yolları, ne hatıralar onarır geride kalan yılları...
Yıkılır bütün kapıları sınırların, ne inkarı vardır, ne suyu içilir kuytuların...

Dökülürsün kendinden, dinlemez içinin duvarları...
Böyledir, böyle yıkılır aşkın da hünerin de sırları...

Sökülse yağmur, deşilse toprak, ne fayda; can bile anlamsız kalır tufandan sonra.
Üşür de boyuna, ateşler içinde sanırsın, yalandır oysa, sende durur kalbin kanırtan yaraları!

2 Mayıs 2013 Perşembe

"Bugün de kayda değer bir şey olmadı."


"Bugün de kayda değer bir şey olmadı."
Uzun süre önce, sanırım 2010’un başlarıydı. Twitter’la artık tanışıklığımız çoktan perçinlenmişti de ilginç şeyler var mı diye etrafı kolaçan ediyordum. Sosyal medya epey popüler ve dahi hummalı meraklılarını yaratıyor olmuştu. İşte tam bu gezintilerimin birinde feyk olduğunu sandığım bir twitter hesabından -ki yanılmıyorsam hesap İzlanda Haber Ajansı başlığını taşıyordu) "Bugün de kayda değer bir şey olmadı." diye bir mesaj okumuştum. Önce çok gülmüş, sonra bu dramatik durgunluğun hiç de gülünecek bir sükûnete delalet olmadığına karar vermiştim.

Ne de olsa küresel ısınmanın doruğa ulaştığı bu zamanda durumdan en çok etkilenen yer İzlanda denen bu coğrafyanın ekosistemi olacaktı ve sonra geriye kalan dünyanın kaderi buradan çekilen iplikle başlayacaktı sökülmeye. Kutup Ayıları, Penguenler, Fok Balıkları, öteki irili ufaklı kutup balıkları, Rengeyikleri ve Jack London'ın vahşi doğası ve Beyaz Diş'i...

Eskimolar: Yani bir halk ve onun biriktirdiği her şey ve sonra biz, ve buzlar... Bir bir eriyecektik, eriyorduk da zaten... Ama o feyk hesap "Bugün de kayda değer bir şey olmadı." diye yazmıştı. Çok etkilenmiştim bu cümleden, çok az şeyden etkilendiğim kadar çok etkilenmiştim. Tuhaf!

Sonra, durup dururken bir akşam, haberlerden FLASH! diye geçen bir son dakika anonsuyla irkilmiştim. O son dakika 14 Nisan 2010 gecesiydi ve aynı anons aslında aynı durumun 21 Mart tarihinde de yaşandığını duyurmuştu. İzlanda’nın Güney Ucu bir zamanlar Atlantik Kıyı Şeridi’ne ulaşan ve adını pek azımızın telaffuz edebildiği Eyjafjallajokull Volkanı 187 yıl aradan sonra daldığı uykudan uyanmış, Kıta Avrupası’nın göğüne toz ve kül kusarak bir örtü gibi çöküvermişti. Bu örtü bir antik tufan hikâyesi gibi gri, solgun ve ciğerlerin ve uçak motorlarının genzine sinsi bir düşman gibi süzülüvermişti. Uçaklar da öksürüyordu, gökyüzü de, Avrupa da, biz de…

Derken aradan belki bir yıl belki biraz daha fazla geçmişti ve yine aynı feyk hesaptan yine aynı twitle karşılaşmıştım. "Bugün de kayda değer bir şey olmadı." Ve yine aynı tufan tekrar etmiş, söz gelmiş kendi intikamını alırcasına yine aynı toprağın koynuna saplanıvermişti. Tarih 22 Temmuz 2011’di. Saat akşamın kolunda, işçiler evlerinden dönmüş, çakallar avlarına kuyruk kısmıştı. Bir eli kapıda öteki akşam ajansında ihtiyar solcular ve memleketi herkesten çok soyan yurtseverler iş yemeklerine kurulmuştu. Bir anons daha geçiyordu ekrandan. FLASH FLASH FLASH! Oslo’da katliam!

Asıl adı Anders Behring Brevik olan 13 Şubat 1979 Oslo doğumlu bir faşist, Oslo yakınlarındaki Ütoya adasında otomatik tüfekle kamp yapan sosyal demokrat gençlerin üzerine ateş açmış, gençlerden yüze yakını hayatını kaybetmişti. Aynı Brevik, olay günü sosyal medyadaki hesaplarından birinde Anders Brevick mahlasıyla adına “Bir Avrupa Bağımsızlık Bildirgesi” dediği bir manifesto yayımlamış, kısa süre sonra da önce kent merkezinde bir yere bir bomba yerleştirmiş ardından da o adada bir katliam imza atmıştı. Bilanço 77 genç canın ölümü ve 242 kişinin yaralanması olarak kayda geçmişti ve o katil Norveç yasaları gereği toplam 21 yıl hapse mahkûm olmuştu.

Oysa dün başka bir twitter hesabından bu cümlenin belki de en orijinal halini okudum. Bir arkadaşımın hesabında..."16. Louis'i hatırlamalı, Fransız Devrimi'nden bir gün önce, halk sokaklardaydı ve O günlüğüne şöyle yazmıştı: 'Bugün kayda değer bir şey yok." yazıyordu.

Evet, susmakla anlamak arasında derin bir ilişki vardır. Ya tam ve her şeyi anlamışsınızdır ya da hiç bir şeyi ve hiç anlamamışsınızdır. Sizce hangisi... XVI. Louis mi, yoksa o haber ajansı mı; yahut her ikisi de mi çok iyi anlamıştı her şeyi veya hiç biri mi anlamamıştı hiç bir şeyi? Bunu asla bilemeyeceğiz. Ya da her şeyi biliyor muyuz aslında..! Belki de Türkçe'de bağlaçla cümleye başlamanın pek de doğru olmadığını bilen benim gibi bir yazı gönüllüsünün ısrarla "ya da" diye cümleye başlamasındaki bilinçli tercih miydi her ikisinin de yaptığı! Kim bilir!

Her ne olursa olsun, bir nedeni vardı her birinin ve bugün... Bugün de kayda değer hiç bir şey olmadı aslında. Ne 1 Mayıs sisler dumanlar altında bir cehenneme döndü, ne tüm yollar kapatıldı; metrolar, metrobüsler, gemiler, vapurlar.. ne motorlar denizin ortasında durduruldu, ne Galata Köprüsü ortadan ikiye k(ald)ırıldı, ne Unkapanı Köprüsü'nün ciğeri söküldü, ne Dilan ve Serkan kafasından vuruldu, ne siyasi parti yöneticileri hastanelik oldu, ne sendikacılar tartaklandı, ne evler, iş yerleri, binalar, sokaklar, caddeler, mahalleler, kalpler, ciğerler, kediler, köpekler gazlandı, ne, ne, ne, ne... Ne? Sahi ne?

Evet ne kediler, ne köpekler, ne canlar, ne insanlar, ne emekçiler, ne yoksullar, ne kadınlar, ne sular, ne gökyüzü, ne umutlar, ne anılar, ne anmalar, ne kan tarihleri, hatıralar, ve onların lanetinden arınmak için konulmuş anlamlar kalmadı. Gazlandı. Hem ne gazlar..! Her fişengi deli derya ateşler içinde, her fişengi Amerika menşeili, son kullanma tarihli, doğru kullanma tarifli, ehil ellerden talimli... Ahh ne fişenkler... Hepsi de senden benden vergi yeminli... İşçiden yoksuldan, emekçiden, bir de fabrika işçisinden torpilli...

Kimi mahir devletin kıymetli ve de hünerli sendikalarıydılar, kimi mahallenin sarışın, beyaz tenli kedileri, kimi soluk benizli, esmer, kimi kara kuru, kimi kaba Türkçe'leriyle ve uzun saçlarıyla, ve yalnızlıkları, ve kalabalıklarıyla gazlandılar... Halaskergazi'den, Barbaros Bulvarı'ndan, Cihangir'den, Şişli'den, Mecidiyeköy'den, Abide-i Hürriyet'ten... Evet evet, ABİDE-İ HÜRRİYET'ten gazlandılar... O gaz senin bu gaz benim...

Her neyse, çok gazlı bir '1 Mayıs' daha geçti; handiyse ortasından ömrümüzün... Durup düşünme fırsatı vermeden, bir sonrayı bir gün önceden bilerek ve dahi anlayarak... Bugün de kayda değer bir şey olmadı Devletlüm. Ama nafile! Bugün çok şey oldu. Mesela Taksim Meydanı'nın ilelebet abluka altına alınmak istenmesinin gül gibi ilanı oldu. İstenirse özgür, eşit ve demokratik bir yönetimle hoşgörünün egemen kılınabileceği ama bunun bile isteye reddedildiği ortaya kondu. Gezi Parkı'na Topçu Kışlası adıyla soslanmış bir AVM'nin yapılacağı bir gün önceden ve en yetkili ağızdan müjdelendi. Resmi ve gayri resmi sendikalar tescillendi. Kimine gaz fişengi, bombası, tazyikli ve boyaxlı su sıkılırken, kimine gül ve endam serildiği görüldü. Kimi sol arxaaşların memleketin sünepe meydanlarında tatlısu sazanlığı yaptığı görüldü. Adil ve eşit güç kullanıldığı ve bunun bütünüyle meşru ve hukuki sınırlar içinde yapıldığı tescillendi... Daha neler yapılmadı ki neler... Yani Devletlüm, Allah seni inandırsın ki; Bugün de kayda değer bir şey olmadı. Ne senin dilin dolandı, ne işçilerin göğsü daraldı, ne biz anladık, ne sizin orda havalar bulutlandı.

Kahretsin "Bugün de kayda değer bir şey olmadı." İkiBinOnÜçü'nüzün BirMayıs'ı Kutlu Olsun!

1 Mayıs'tan ve http://yukarideniz.blogspot.com/ 'dan hepinize Merhaba...

"Yaşasın 1 Mayıs!" "Bijî Yek Gûlan!"

Ek Not: Metin içinde kullandığım "hem kedinin hem de Soğuk Demirci"nin fotoğraflarını çekeni /çekenlerini bilemediğimden, fotoğrafçıların imzasını kullanamadım. Aflarına ve anlayışlarına sığınırım. Bilen varsa lütfen iletsin!


3 Nisan 2013 Çarşamba

Newroz 2013

Newroz geçti ve ben tek satır yazı yazmadım.
Zira bir halk, benim ya da bir başkasının asla yazamayacaklarını yazdı.

Kalbini ve inancını eline alarak
Renklerini bedenine sararak
İnancını Amed'de bağırarak
Susarak
Öfkesini coşkuya kurarak
Tedirgin ama yarasını yalandan koruyarak
Şarkılarıyla
Halaylarıyla
Arabesk ve lümpen fazlalıklarına aldırmadan
Saçlarını zulmün koynunda ağartanların bilgeliğine yaslanarak
Dağlarını ve göğünü gecesine saranlara hürmetle
Oğullarına ve kızlarına bel bağlayarak yazdı hikayesini.

Ateşini yaktı
Zılgıtını attı
Halayını çekti
Kurdu örsünü, demirini dövdü.
Dövdü demirini, zulmüne inat vurdu inkara, vurdu ha vurdu.


Dost duydu, düşman duydu
Gök övdü, gece sövdü
Söndü şehrin ışıkları
Suyun başında kadınlar, suyun başında kızlar gördü
Bin can gençliğini, on bin can düşlerini serdi
Yepyeni bir gün, yepyeni bir bahara indi.
İkibinonüçün yirmibir mardında tarih Amed'i gördü.
Aktı usulca ve fokurdayarak
Aktı kadim geçmişine yaslanarak...












12 Mart 2013 Salı

Chavéz'in Hatırası için...

Bugün burada Hrant'ın ardından yazılmış en hüzünlü yazılardan birini kaleme alan Sevgili Ece Temelkuran'a "açık mektup" niyetine yazmış olduğum bir yazıyı; ancak bu kez Hugo Chavez'in kıymetli hatırasına hürmet için yeniden yayımlamak istedim. Daha doğrusu bunu yapmak zorundaydım; yaptım. Biliyorum; şimdi kimileriniz içinizden 'Hrant ve Chavez nasıl yan yana gelir ki' diye geçiriyorsunuz. Aşağıdaki mektup size bunun nasıl mümkün olduğunu anlatmayı denemektedir...



Sevgili Ece Temelkuran,

Uzun zaman oldu okuyorum sizi.
Elbette sizinle beraber okumak istediğim bir çoklarını daha...

Okumak zorunda olduklarımı; ülkeyi, dünyayı, ekonomiyi, kültürü, sosyal bilimleri anlamak için okuyorum birilerini; okuyoruz...
Hep okuyor zaten insan...

Bugün de okudum yazdıklarınızı. Keşke dedim Offf! diyince içi sökülmeseydi insanlarımızın. Offf! diyince içi sökülürmüş Ararat'ın da. Tıpkı Hrant gibiymiş oğlunun sarsılan bedeni de.
Öyle yazmışsınız.
İçim söküldü ve okudum. İçim söküldü ve okudum!
Hep okuyor zaten insan...
Daha çok anlamak için; anladığını, Dostoyevski'nin ifadesiyle;
"Anlamak hastalıktır" dedirtecek kadar farkında olmak için...

Sonra ne mi oluyor?
Soru da bu zaten...
İnsan, insanlaşana kadar okuyor, okudukça insanlaşıyor ya da hiç...
Hrant Dink için kanaya kanaya, sarsıla sarsıla parçalanana kadar okuyor.
İnsan en fazla Hrant Dink olana kadar okuyor...
Ezberi bozana kadar...
"Şimdi bu yazıya -Chavéz olana kadar ve Chavéz için- ifadelerini de eklemeyi borç biliyorum."

Sonrası...
Sonrası dramatik. Sonrası tanımlar ve kavramlarla anlatılamayacak bir şey.
Üç bakır bilyeye verilmiş ak bir güvercin.
Tedirgin, kaygıları sevdasına kara bulutlar gibi çöreklenmiş anlatılmaz bir zulüm.
Hani diyor ya usta,
"Hava kurşun gibi ağır,
Bağır, bağır; bağırıyorum"
Bağırıyordu Hrant Dink, anlamıyordu kimse.
Anlamak neyse!..

Şimdi ikiyüzbincan bağırıyoruz. (Bir o kadar da üniformalı ve üniformasız ekle) Hep beraber. Sessizce.
Dilimizle kalbimizi buluşturmakta sonsuz zorluklar çekerek.
Ermenice bağırıyoruz. Kürtçe bağırıyoruz. Türkçe...
Türkçe yürüdüğümüz sokaklarda, Türkçe sevdiğimiz şarkılarla,
Türk'çe İntikam alanlarla yan yana.

İçim acıyor Ece,
Uzun zaman okuduklarımla, uzun uzun hayatı omuzlamaya çalışarak...
Hrant Dink'le, Orhan Pamuk'la, Sabahattin Âli'yle, Yaşar Kemal'le, Can Dündar'la, Musa Anter'le, Hasan Cemal'le, Yıldırım'la, Celal'le, İsmail'le, Sen'le...
İnsan acıyor bir yerinden. Adını koyamadığı şeyler alarak kalbinin bir tarafına, sokakla ve sokakla birlikte yürüyor bir yerlere...
Mezarlığa mesela, kiliseye, camiye, ya da ne bileyim işte...
Sevdikleri her neredeyse işte...

Offf! derken kalbi büyüyen Hrant'ın anısına, insanın ve insanın anısına...
Kalbi acıyor insanın.
Kalbim acıyor Ece.


İnsan okuduklarından aldıklarını yazmak için mi yazar? Yazmak için mi okur bilemiyorum.

Bildiğim bunu başaranlara, içinde insan büyütenlere,
"Ölüm Orucu"na, "Tecrit"e, "Düşünce Suçu"na, Irkçılığa, Emperyalizme, Eşitsizliğe, Faşizme, karşı çıkanlara;  özgürlükle ilgili olan  her şeye ve herkese çok şey borçluyum. Özgürlükle ilgili olan...

Yukarıda da söyledim. Elbette size de sizin gibi ufkuma katkı sunarak yazanlara da çok şey borçluyum. Tam da bunu söylüyorum.
Ağzına acılarının bütün azaplarını alarak kalbiyle yazanlara çok şey borçluyum...

Bir parça olsun yanımızda durduğunuz için, bize kocaman kalplerinizle geldiğiniz için, ölüme çırılçıplak gidebildiğiniz için... Ya da bize hiç değilse bunun duygusunu verdiğiniz/verebildiğiniz için...

Biz buradayız, Hrant'la yan yana...
Siz yazmaya devam edin. Belki bir gün bizim de bir adamımız,
"Biz burada devrim yapıyoruz sinyorita" der, Latin Amerikalı bir gazeteciye.

Kim bilir...