7 Aralık 2011 Çarşamba

1473 Baharında Otlukbeli Ovası’nda Savaşın Ortasında İki Sevdalı Kirpi

Jack London’un Beyaz Diş’ini ve Vahşetin Çağrısı’nı ilk okuduğumda sanırım ortaokul ikinci sınıftaydım. Kıştı. Hazin bir yıldı. Ardahan’daydım. Soğuktu. Kar iki adam boyuydu, buzlar saçtan yapılmış çatılardan birer tersine sütun gibi sarkıyor, yeri öpmesine ramak kalıyordu. İki kitabı da nefes nefese, aynı hafta içinde okumuştum. Ondan sonra daha kaç kez okudum, hatırlamıyorum. Ben onları okuduğumda Aras Nehri buz altındaydı. Gece yıldızlar, mavi göğün ateş rengine bürünüp, kurtlar Kuşuçmaz Köyü’nün yahut Borluk Vadisi’nin kalbinden ulurdu. Ben o seslere yürümek, o dualara karışmak isterdim. İçimden kurt olmak geçerdi. Bir adamın böyle bir şeyi nasıl olup da anlatabildiğini bir türlü anlayamamıştım. Hâlâ da anlayabildiğimi söyleyemem. Böyle bir anlatmak sadece kurt olunca mümkün olacakmış gibi gelirdi. 

Zaman seksen darbesinin hemen sonrasıydı. Ailemden çok kimse, bilhassa abim sakıncalı kimselerdi. Eve gece yarılarında gelirdi. Gün gözüyle görmediğimiz uzun olmuştu. Ben çocuktum, pek kavrayamazdım ama deli gibi hissederdim; hislerim pek tekin şeyler değildi. Korkunun benden bağımsız sindiği, çöreklenip terk etmediği tedirgin bir ağırlığı vardı. Her şey griydi. Çok griydi, yer griydi, gök griydi. Masmavi göğün altında geceler griydi, yıldızlar gri… Kar cana kastetmek için inerdi bulutlardan. Kurtlar kapı deliklerinden, bacalardan evleri gözlüyormuş kadar karartıp gözlerini, ahırlara, kümeslere vahşetin korkunç soğuğunu sürerdi. Bütün köyün köpekleri havlar, yer yerinden oynadığında ya şerre ya da sevince açılırdı kapılar. Ne zaman köyde köpek sesleri birbirine karışsa, ne zaman Kont ve Roppo (Her ikisi de en sadık dostlarımız, Karabaş kırması Kangallarımızdı.) zincirlerini koparırcasına vursalar, sonra birden mırıltılarla sussalar, kuyruk salladıkları, tanıdık bir kokuya sokuldukları anlaşılırdı. Anlardık. Kapıda, duvarın dışında, karın ve vahşetin uykusunda abim ve dostları vardı. Tam böyle bir zamandı, Beyaz Diş’i ve Vahşetin Çağrısı’nı okuduğum kış. 

Şimdi anlıyorum, bu okumalar çok doğru bir zamana denk gelmiş. Bu yüzden hiç unutamadım o kitapları ve hâlâ ne zaman canım çocukluğumdan bir renge (b)akmak istese, oturup bir kuytuda, sessiz bir gecenin en soluksuz anında yeniden okurum her ikisini de. 

Aynı duyguları Richard Bach’ın Martı Jonathan Livingston’unda, Cervantes’in Don Quijote’unda -Rocinante için- yahut John Fusco’nun Hidalgo’sunda da yaşamıştım. Her üç eserde de mücadelenin ve umudun suç ortağı, dostluğun gönüllü atı olmak istemiştim. Şimdi bir başka eserde aynı duyguya geri dönüyorum. Üstelik bir ilk romanın şiirsel aşkının tam ortasında. Canım kirpi olmak istiyor. Bedia Ceylan Güzelce’nin romandan çok, uzun bir şiiri andıran metaforlar ve aforizmalarla yüklü 1473 adlı romanında deli divane kirpi olmak istiyorum. Dikenleri minare, sevdası kan, damı in bir aşk olmak istiyorum. J. Derida’nın şairi ve şiiri olan kirpileri değil, Bedia Ceylan Güzelce’nin 1473’ündeki kirpileri olmak istiyorum. Savaşın ve zulmün ortasında açmış iki mor kantaron, iki meraklı, ince gelincikten biri olmak istiyorum. Kanın ve vahşetin ortasında, umudun, aşkın ve inanmanın dili olmak için ben, o kanamalı kirpilerden biri olmak istiyorum.

İnsan bazen nelerden vazgeçemeyeceğini, hangi keyfin tadına hangi dilden varacağını zamana bırakmalı. Çünkü bazı hikâyeler vardır ki onlardan aldıklarımızı, başka hiçbir şeyden alamayız. Hem zamanı hem de duygusu çok gerçektir ama illaki doğayla kurduğu ilişki mihenk taşı olur. Anlamanın da bir dili vardır. Onu bilmek ayrıdır, ortaya koymaksa bambaşka... Marifettir. Bu marifeti bütün anlamlarıyla karşılayan bir kitap okudum son zamanlarda. Bu yazıda onu anlatmaya çalışacağım size. Uzatmayacağım sözümü ama yazarına terkedeceğim sık sık sahneyi, yoğurmayacağım, yormayacağım. Tıpkı yazarı gibi sözcüklerin tasarrufuna, dilin anlamlarına bırakacağım sizi. Kısaca ve öz olarak bir çift kirpinin gözünden bir savaşın hazin kahrına tanık olmanın kederine uzanacağım. Bedia Ceylan Güzelce’nin ilk romanına, -şiirsel uzun hikâye mi desem- 1473’ün sırrına… İki büyük sultanın derin ve dinmeyen savaşına bakmaya çalışacağım… 

Roman, “1423’ün altıncı ayında, Akkoyunlu ülkesinde adı Hasan konan bir bebek, dünya güzelliklerini görmek için sabırsızca anasının karnını yırttı.” diye başlıyor. İşte o Hasan bebek, Şah İsmail’in şanlı, muzaffer dedesi Akkoyunlu Ulu Hükümdar Uzun Hasan’ın taa kendisi olacak. Romanı okumaya başladığınızda sanırsınız ki 1473, Uzun Hasan’ın kısa biyografisinin eğretilemelerle örülü, şiirsel özetini, iki evliliğini, 7 oğlunu, üstüne sinmiş kadim sedirlerin ve ıhlamurların kokusunu, yaşıyormuş, içinden taşıyormuş havası sezilen duygulu diliyle zengin, lezzetli ve kadim hikâyesini anlatacaktı. Yahut Fatih Sultan Mehmet'in sarsıcı biyografisini okuyacağınızı da düşünebilirdiniz. Oysa mesele hiç de öyle genişlemiyor. 1473, bir savaşın ortasında kederli bir aşkı anlatıyor. İki kirpinin gözünden izlenen kanın ve vahşetin ortasında yeşeren bir sevdayı anlatıyor. Elbette tarihe ve onun dramına değiyor her şey, o pınardan akıyor hikaye ama sadece tarih olmuyor mesele.

Romanda karşılaşılan tahliller, tanımlar, tükenmek bilmeyen sıra dışı metaforlar yeni, yepyeni bir romancının keyifli, sürükleyici dilini müjdeliyor. Bir ilk roman için oldukça derin ve duru bir algının şaşırtıcı lezzeti okur açısından oldukça heyecan verici olabiliyor. 

Kitapta tarihe ilişkin kurulan dil, edebiyatın yaratan düsturundan ziyadesiyle yararlanıyor. Bu dil, o kültürlerin kurulduğu zamandan, kanadığı toprağa kadar Anadolu’nun karnıdır. Anadolulu olmanın Farisi olanla kurduğu ilişkinin en mağrur bağıdır. İslamın ve onun önderliğinin o topraklar için soy kütüğüdür. Şiiliğin ve Suniliğin tükenmez kavgasıdır. Fatih Sultan Mehmet’in ve Akkoyunlu Uzun Hasan’ın liderlik ve onur kavgasıdır.

İnsan bazen bir cümleyi bin cevhere yeğleyebilir. Tıpkı filozofun dediği gibi “Bana sözcükleri verin, hikâyeniz sizde kalsın.” Güzelce de sözcüklerle kurmuş tarihten aldığı dersin buğulu evrenini. “Her dağın bir Hasan’ı olmak” değil mi? “Her savaşın bir Fatih’i.” öyle kanı ve toprağı birbirine bağlayan, öyle tanrıyı ve kulu anlayan! İki efkârlı yüz, iki efsunlu sultanı olmalı her kavganın. Bir savaşın bir Hasan’ı bir de Mehmet’i olmalı. Tıpkı Otlukbeli’ndeki iki kartalın öfkesi gibi… Baksanıza, “İnsanın yarası neredeyse, kalbi de orada atar. Dünyanın kalbi ise savaş meydanlarında… 1473 yılında Otlukbeli sekiz saatliğine dünyanın kalbi oldu. Attı, attı ve durdu.” (s. 19) diyor yazar ve devam ediyor. “O meydanda bütün erkeklerin bıyıkları, ölüm kokusundan sızan teri saklıyordu.” (s. 20) Yahut “Hepsi Türk, hepsi Müslüman olan kahraman askerlerin arasında binlerce hayvan ve onlarında arasında iki kirpi vardı.” (s. 20) diyerek tanıştırıyor okurunu sevdalı kirpileriyle. 

İki kirpiyi anlatıyor Güzelce. İki sevgili diken topunu. Savaşın kalbindeki kanamalı aşk burcunu. Tıpkı J. Derida’nın ünlü “Şiir Nedir?” adlı makalesindeki kirpileri gibi. Aşık iki kirpi, seven ve birbirine sokulan, sokuldukça kana-y-tan, kanadıkça kopan koptukça üşüyen/özleyen/arzulayan, üşüdükçe/özledikçe/arzuladıkça sokulan, kokuldukça yeni baştan… Bir sevda paradigması yani, bir anafor. Şair ve şiir, savaş ve komutan, aşk ve acı gibi… İki ahh’lı, vefalı keder gibi… Güzelce, kahramanlarını anlatmamış da onlara kahramanlıklarını anlattırmış adeta. Hatıralarını anlatırken onları yeniden yaşayan efkarlı bir ihtiyar gibi derinden, fısıldıyormuş gibi konuşturmuş.

Sözlerine, “Sevgili benim, ben sevgilinin.” (s.23) diye başlıyor âşık kirpi, böyle açıyor yarasını. “Her hayvan kendi çiçeğinin ömründen sorumludur.” (s.23) diyor ve ekliyor kirpi, “Biz kirpiler tek eşliyizdir.” (s.23). Yoğun metaforlarını yepyeni, dur durak bilmeyen bir şiirsellikle sürdüren yazar, bir şiirin bütün yoğunluğunu yazdığı hikâyeye karıyor ve kusursuz tasvirlerle okuruna lezzetli bir dil armağan ediyor. Mesela: "Doğada her canlı Tanrı'ya kendini göstermek ister." (s.36) veya "İkinci şans istenmez, alınır." (s.36/136) yahut "Tanrıyla aramıza kimsenin girmesine izin vermeyiz. İnançlıyız ama elçisiziz." (s.37) gibi muhteşem önermeler var kitabın muhtelif sayfalarında. Kitapta detaylı okumaların dışında durmaya çalışsanız dahi, sizi sürükleyip götürecek, altını çizmeden geçemeyeceğiniz türden onlarca ifadeyle, önermeyle, tespitle karşılaşıyorsunuz. 1473'ü bir tek okurun bile bitirmeden kenara bırakabileceğine hiç bir ihtimal kani olamaz. "Rüzgarın Tanrı'ya bağlılığını, büyük fırtınaların aslında ilahi bir ayin oluşundan anlayabilirsiniz." (s.40) diyebilen bir yazarın kapısından hangi okur girmek istemez ki! Hesaplaşmaksa hesaplaşmak diyerek biliyor kalemini, Tanrı'nın kutsallığından ve yüceliğinden başlıyor işe. Güzelce, sanatın bütün yeteneklerini kuşanarak, "Tanrı... siz, onu öldürene dek her şeyi görür, duyar ve anlar." (s.36) diyor ve çiziyor düellosunun sınırlarını.

Rüzgârı anlatıyor Bedia Ceylan Güzelce. Onun ölümsüzlüğünü, Tanrı'nın dünyasında rüzgârın kutsal bir ayin olduğunu varsayıyor. Yanıldığını sanmıyorum. Kim fırtınanın ilahi bir ayin olmadığını iddia edebilir ki!

“İncecik dalları yararak yeşeren yaprakların her ayrıntısı sudaydı. İçinden hayat geçen damarlar ve damarların etrafını çevreleyen yemyeşil perdeler.”… (s.25). “Sevgilim bütün dünyanın kalbi adına bakıyordu bana. Bin dehlizli bir yeraltı şehrinden getirilmişti gözleri, onlarla kötü bir şey yapması mümkün değildi.”… (s.31) ve “Tanrım, biraz eğilirsen sana sarılabilirim.” (s.32) diyor Güzelce. Şaşırtıyor. Sadece kitabı okuyanların anlayabileceği öyle çok şey söylüyor ki bu cümle, öyle büyük bir şükrana vefa ediyor ki, muhatap sadece Tanrı olabilir. Ne büyük arzu, nasıl cesur, nasıl ince, nasıl çaresiz… Baksanıza, “Tanrım, bize ruhlarımızı üflerken, elbette bir bildiğin vardı.” diye teslim oluyor yaradanına. Ruhların üflendiğinden başlıyor mitos. Güzelce, arkeolojinin ve mitolojinin kadim buluşlarından sızarak dokunuyor okuyucusunun inanç dünyasına. Sezdirmeden ve biadın ikrarına düşmeden.

Hiç durmadan sorular soruyor. Kendine soruyor, kahramanlarına soruyor, okuruna soruyor, Tanrı'ya soruyor... Bu sorulardan iki tanesini tekrar etmek istiyorum. "Kendini aşktan başka neya saplayabildi kirpiler?" (s.41) ve "Bir dağ kaç defa ölebilir?" (s.53) gibi soruların yanında durmadan aforizmalar bırakıyor boşluğa. Derin ve duru tespitler yapıyor. Çarpıcı önermeler, gürültüsüz uçurumlar... İşte onlardan bazıları: "Her savaşın kendine has bir dili vardır." (s.44) Bunun için "Hayvanlar olmadık bir zamanda göç ediyorsa, anlayın ki bir dünya felaketi yakındır." (s.45) Bilmek gerekir "Göğü göstererek bize bir şey anlatır tepeler." (s.53) Çünkü "Ahh sesi, bir ömrün virgülüdür." (s.71) Zira "Bir sulatanın yere çöküşü, dünyanın ortasına açılan dev bir çukur gibidir, büyüdükçe derinleşen bir çukur." (s.78) Acının büyüğü cana içkindir, kanatmaz keser, derine daha derine değer bıçak. Güzelce'ye göre "Bir baba, oğlunun neresinin acıdığını bilemediğinde, her yerinin ağrıdığını zanneder." (s.81) Her şey olup biterken hayatta "Bazı insanların içinde şarkılar çalar, bazılarından şiirler akar." (s.88) Oysa savaşlar salt meydana bedenini sürmüş oğulların kanlarıyla coşan bir vahşet değildir, pişmanlığı bütün kodlarının kaderine sızar. Çünkü "Önce karınlarından nefret eder çocukları insan öldüren kadınlar." (s.93) diyor yazar. Halbuki ihtirasın bütün vahşetine rağmen "Önce aşk icad edilmişti sonra sabır." (s.100) da diyebiliyor. Bunun için savaş meydanında kimse diğerinden daha şanslı sayılmaz. Zira "Diriler ile ölüler arasındaki fark, birinin kaçabilen, diğerininse kaçamayan av olmasıdır. Hepsi bu." (s.102) Belki tam da bu yüzden savaşta sadece erkekler kaybetmez. Çünkü pişmanlıkların geri dönüp ertelediklerine bakmakla derin bir ilgisi bulunur. Bu nedenle "Erkekler geri dönüşü olmayan zamanlarda düşünür dişileri. Dişilerse erkeklerini her an." (s.107) biyor Bedia Ceylan Güzelce. Her şey terkedip evreni, kendi boşluğuna dolunca, "Toprağın altı anne karnı gibiydi, oraya indim." (s.108) diyor aşkın kirpisi. Haksız mı? Zira artık kaybedecek ne varki hayatta? Sizin olmayan emanetin tenle ilişkisi bitse ne, bitmese ne sanki! Bilmek erdem değil elbette, "Can ne kadar kıymetli olduğuyla değil, sizin onu ne kadar önemsediğinizle ölçülen bir şeydir." (s.118/119) Çünkü "Aşk kabesidir kirpilerin, etrafında dönerler." (s.131) diye koyu bir cümle düşüyor yazarın eteğinden. O kabe fırtınaya tutulduktan sonra yer teslim edemez göğün hakkını. Çünkü her leke bir noktayla tutunur boşluğa. Çünkü işin, "Hortumun en dışındaki halka, fırtınayı başlatandır ama en zararsızı da odur." (s.133) demekle çözülemediğini biliyor yazar. Başlangıç, kaderin ilk harfidir ontolojide, zira kimse yalnızca kendinin olamaz.



"Kuşlar gökte doğar, balıklar suda, otlar toprakta." (s.145) diyor Güzelce ve ekliyor, "Ölüm, ölümdü işte." (s.144) Basit ve sıradan. Daha ne desin! 1473'ün son yıllarda okuduğum en harika kitaplardan biri olduğunu bütün içtenliğimle ve büyük bir zevkle söyleyebilirim. 



Bedia Ceylan Güzelce
1473
Aprıl Yayıncılık

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder