22 Aralık 2011 Perşembe

Turkish Poetry in English

https://www.facebook.com/turkishpoetry


Yukarıda linki görülen sayfada İngiliz Dili'nde Türkiye Şiirinin yerinin ve örneklerinin sunulması, tanıtılması hedeflenmektedir. Elbette herkesin; bütün edebiyat ve sanatseverlerin ilgi ve katkısıyla...

Bu sayfanın hedefi Türk/Türkiye Şiiri'nin sanal ortamdaki sesi olmaktır; bu da sizlerin değerli katkılarıyla olabilir. Desteklerinizi esirgemeyin lütfen! Bununla birlikte akla gelen her eklemeye de izin verilmeyeceğini, şiirin ve şairin hak ettiği hürmete itibar için değerli bulduğumuzu belirtmekte büyük fayda var. Zaman içinde moderatör sayısı çoğaltılarak, veri bankasının zenginleştirilmesi sağlanacaktır. Bunun için başta gönüllü arkadaşlara öncelik verilecektir. İlgi ve desteğinize şimdiden teşekkürler...

Yöntem sayfaya eklenen her şairin İngilizce ve Türkçe şiirlerini yan yana bulundurmak ve birer fotoğrafla birlikte kısa özgeçmişlerinin de bulunduğu bir veri bankası oluşturmaktır. Böylece aynı zamanda İngilizce Türkçe bir de sanan Türk/Türkiye Şiiri Antolojisi oluşturulmuş olacaktır. Haydi bu hedefe birlikte yürüyelim yurdum..!

16 Aralık 2011 Cuma

CERN ile Badem Demokrasi'si



Bu iktidarla birlikte yeni tip bir bıyık peydah oldu; varla yok arası bir şey..! 
Onlarla birlikte peydah olan demokrasi gibi; o da varla yok arası..! 
Hatta hayat da giderek öyle oluyor buralarda; o da varla yok arası..! 
Tuhaf..! 
Bu aralar her şey mi varla yok arası ne..!?




Ben şimdilik aslolan CERN diyeyim, başka da bir şey demeyeyim. 
Zira devletler dağlar kadar büyüttükleri, küçük aslında aciz politikalarının esas mesele olduğunu var saymayı sürdüredursunlar; biz yine de esas meselenin tanrıya ait bir parçacık olduğunu bilelim ve kendi yarattıkları meseleleri dünyanın kaderi zannedenlere de kıçımızla gülelim ki, hakikat bize sırtını dönmesin.
Zira başkalarının yarattığı manipülasyon denizinin hakikatin huzurunda bir yağmur damlası kadar bile değerinin olmadığını her fani bilir. 

Bunun idrakinde olmak bizim kutsal erdemimiz olsun yeter. Onlar bununla kendilerini avuturken biz tanrıya dokunalım. Onun hürmetine ve huzuruna kendi önyargısız ve tabusuz hallerimizle çıkalım. Yakacaksa o yaksın bizi cehenneminde ama Faust'un şeytanla yaptığı anlaşmayı da asla unutmayalım.

15 Aralık 2011 Perşembe

Hayatın İki Yüzü İnsanın İki Yüzüdür


İnsan, büyük erdemleri olamayacak kadar zavallı, doğanın efendisi değil onun sadece kölesi olabilecek kadar çaresiz bir hiçtir oysa. Öylesine çaresizdir ki, kendini en muhterem canlı, yaratılmanın en üstün parçası sayar. Sırf bu algı bile onun çaresizliğinin açık bir kanıtıdır. Bu anlama biçimi onun kendi aczini bildiğinin ve hatta bunu örtbas etmeye çalışmasının temel paradigmasıdır. İşte bu nedenle insan, bildikleri bilmediklerinin yanında uçsuz bir ormanda tek bir ağacın yaprağı kadar bile olamamasına rağmen, büyük bir manipülasyona girişir, sadece türüne değil, kendine de büyük bir yalan söyler. Zira doğa onun çaresizliğini pekala bilmektedir. 

O, doğayı biçimlendirdiğini düşünürken sadece kendi varlığına ambargo koyduğunu, kendi yaşam alanlarını yok ettiğini, birlikte yaşamak zorunda olduğu diğer canlıların yaşam haklarını gasp ettiğini, giderek faunanın ve floranın en acımasız düşmanına dönüştüğünü pekala biliyor. Betondan, demirden, camdan ve bilumum yaratılmış yoksulluktan inşa ettiği korkunç kalelerinin, yüksek, uçsuz, devasa kulelerinin toprağa çakılmış birer kazık olduğunun farkında bile değilken, ondan değiştirdiğini sandığı insanlığın hikayesinde kullandığını bütün kaynakları aslında doğadan çaldığını ve büyük birer değişimden geçirerek devasa bir tüketime dönüştürdüğünü fark etmesini asla beklememek gerekir. Bu, insanlığın sadece emeği değil, topyekun hayatı sömürmeyi muhterem bir anlayışa dönüştüren yüzüdür. Ben onlardan tiksinirim. Biz onların yarattığı cehennemde yanarız çünkü...

Bir de öteki yüzü var insanlığın. O yüzünde hayatın bütün ırmaklarını kendi bedeninin damarları kadar seven insanlar yaşarlar. Onlar, her hangi bir canlıyı kendi yavruları kadar seven yoksulların kurduğu muhteşem dünyanın ulaşılması imkansız kalplerini taşırlar. Onların kalpleri etten değildir, onların kalpleri büyük bir dağın daima güneşe bakan yamacı gibi hep yeşil, hep çiçekler içinde bir bahçedir. Onların bedeninde kan değil, aşk dolaşır. Onlardan hayata sevgi akar. Onlar Karadeniz'de HES'lere, Doğu'da savaşa, Etiyopya'da yoksulluğa, Somali'de ölüme direnirler. Onlar kavgadan çok, onun ahlakından ürkerler. Zulmün kendisinin bir durum olduğunu pekala bilir, onun yaratıcılarının büyük kuleleri inşa eden canavarlar olduklarını asla unutmazlar; hatta o canavarların yüzlerinin dünyanın her yerinde birbirine benzediklerini, karınlarının kocaman birer işkembeden, kalplerinin birer zindandan ibaret olduğunu da bilirler. Ben onları severim. Biz onların yarattığı vadilerde büyütüyoruz çünkü yaşama dair ne varsa... 


7 Aralık 2011 Çarşamba

1473 Baharında Otlukbeli Ovası’nda Savaşın Ortasında İki Sevdalı Kirpi

Jack London’un Beyaz Diş’ini ve Vahşetin Çağrısı’nı ilk okuduğumda sanırım ortaokul ikinci sınıftaydım. Kıştı. Hazin bir yıldı. Ardahan’daydım. Soğuktu. Kar iki adam boyuydu, buzlar saçtan yapılmış çatılardan birer tersine sütun gibi sarkıyor, yeri öpmesine ramak kalıyordu. İki kitabı da nefes nefese, aynı hafta içinde okumuştum. Ondan sonra daha kaç kez okudum, hatırlamıyorum. Ben onları okuduğumda Aras Nehri buz altındaydı. Gece yıldızlar, mavi göğün ateş rengine bürünüp, kurtlar Kuşuçmaz Köyü’nün yahut Borluk Vadisi’nin kalbinden ulurdu. Ben o seslere yürümek, o dualara karışmak isterdim. İçimden kurt olmak geçerdi. Bir adamın böyle bir şeyi nasıl olup da anlatabildiğini bir türlü anlayamamıştım. Hâlâ da anlayabildiğimi söyleyemem. Böyle bir anlatmak sadece kurt olunca mümkün olacakmış gibi gelirdi. 

Zaman seksen darbesinin hemen sonrasıydı. Ailemden çok kimse, bilhassa abim sakıncalı kimselerdi. Eve gece yarılarında gelirdi. Gün gözüyle görmediğimiz uzun olmuştu. Ben çocuktum, pek kavrayamazdım ama deli gibi hissederdim; hislerim pek tekin şeyler değildi. Korkunun benden bağımsız sindiği, çöreklenip terk etmediği tedirgin bir ağırlığı vardı. Her şey griydi. Çok griydi, yer griydi, gök griydi. Masmavi göğün altında geceler griydi, yıldızlar gri… Kar cana kastetmek için inerdi bulutlardan. Kurtlar kapı deliklerinden, bacalardan evleri gözlüyormuş kadar karartıp gözlerini, ahırlara, kümeslere vahşetin korkunç soğuğunu sürerdi. Bütün köyün köpekleri havlar, yer yerinden oynadığında ya şerre ya da sevince açılırdı kapılar. Ne zaman köyde köpek sesleri birbirine karışsa, ne zaman Kont ve Roppo (Her ikisi de en sadık dostlarımız, Karabaş kırması Kangallarımızdı.) zincirlerini koparırcasına vursalar, sonra birden mırıltılarla sussalar, kuyruk salladıkları, tanıdık bir kokuya sokuldukları anlaşılırdı. Anlardık. Kapıda, duvarın dışında, karın ve vahşetin uykusunda abim ve dostları vardı. Tam böyle bir zamandı, Beyaz Diş’i ve Vahşetin Çağrısı’nı okuduğum kış. 

Şimdi anlıyorum, bu okumalar çok doğru bir zamana denk gelmiş. Bu yüzden hiç unutamadım o kitapları ve hâlâ ne zaman canım çocukluğumdan bir renge (b)akmak istese, oturup bir kuytuda, sessiz bir gecenin en soluksuz anında yeniden okurum her ikisini de. 

Aynı duyguları Richard Bach’ın Martı Jonathan Livingston’unda, Cervantes’in Don Quijote’unda -Rocinante için- yahut John Fusco’nun Hidalgo’sunda da yaşamıştım. Her üç eserde de mücadelenin ve umudun suç ortağı, dostluğun gönüllü atı olmak istemiştim. Şimdi bir başka eserde aynı duyguya geri dönüyorum. Üstelik bir ilk romanın şiirsel aşkının tam ortasında. Canım kirpi olmak istiyor. Bedia Ceylan Güzelce’nin romandan çok, uzun bir şiiri andıran metaforlar ve aforizmalarla yüklü 1473 adlı romanında deli divane kirpi olmak istiyorum. Dikenleri minare, sevdası kan, damı in bir aşk olmak istiyorum. J. Derida’nın şairi ve şiiri olan kirpileri değil, Bedia Ceylan Güzelce’nin 1473’ündeki kirpileri olmak istiyorum. Savaşın ve zulmün ortasında açmış iki mor kantaron, iki meraklı, ince gelincikten biri olmak istiyorum. Kanın ve vahşetin ortasında, umudun, aşkın ve inanmanın dili olmak için ben, o kanamalı kirpilerden biri olmak istiyorum.

İnsan bazen nelerden vazgeçemeyeceğini, hangi keyfin tadına hangi dilden varacağını zamana bırakmalı. Çünkü bazı hikâyeler vardır ki onlardan aldıklarımızı, başka hiçbir şeyden alamayız. Hem zamanı hem de duygusu çok gerçektir ama illaki doğayla kurduğu ilişki mihenk taşı olur. Anlamanın da bir dili vardır. Onu bilmek ayrıdır, ortaya koymaksa bambaşka... Marifettir. Bu marifeti bütün anlamlarıyla karşılayan bir kitap okudum son zamanlarda. Bu yazıda onu anlatmaya çalışacağım size. Uzatmayacağım sözümü ama yazarına terkedeceğim sık sık sahneyi, yoğurmayacağım, yormayacağım. Tıpkı yazarı gibi sözcüklerin tasarrufuna, dilin anlamlarına bırakacağım sizi. Kısaca ve öz olarak bir çift kirpinin gözünden bir savaşın hazin kahrına tanık olmanın kederine uzanacağım. Bedia Ceylan Güzelce’nin ilk romanına, -şiirsel uzun hikâye mi desem- 1473’ün sırrına… İki büyük sultanın derin ve dinmeyen savaşına bakmaya çalışacağım… 

Roman, “1423’ün altıncı ayında, Akkoyunlu ülkesinde adı Hasan konan bir bebek, dünya güzelliklerini görmek için sabırsızca anasının karnını yırttı.” diye başlıyor. İşte o Hasan bebek, Şah İsmail’in şanlı, muzaffer dedesi Akkoyunlu Ulu Hükümdar Uzun Hasan’ın taa kendisi olacak. Romanı okumaya başladığınızda sanırsınız ki 1473, Uzun Hasan’ın kısa biyografisinin eğretilemelerle örülü, şiirsel özetini, iki evliliğini, 7 oğlunu, üstüne sinmiş kadim sedirlerin ve ıhlamurların kokusunu, yaşıyormuş, içinden taşıyormuş havası sezilen duygulu diliyle zengin, lezzetli ve kadim hikâyesini anlatacaktı. Yahut Fatih Sultan Mehmet'in sarsıcı biyografisini okuyacağınızı da düşünebilirdiniz. Oysa mesele hiç de öyle genişlemiyor. 1473, bir savaşın ortasında kederli bir aşkı anlatıyor. İki kirpinin gözünden izlenen kanın ve vahşetin ortasında yeşeren bir sevdayı anlatıyor. Elbette tarihe ve onun dramına değiyor her şey, o pınardan akıyor hikaye ama sadece tarih olmuyor mesele.

Romanda karşılaşılan tahliller, tanımlar, tükenmek bilmeyen sıra dışı metaforlar yeni, yepyeni bir romancının keyifli, sürükleyici dilini müjdeliyor. Bir ilk roman için oldukça derin ve duru bir algının şaşırtıcı lezzeti okur açısından oldukça heyecan verici olabiliyor. 

Kitapta tarihe ilişkin kurulan dil, edebiyatın yaratan düsturundan ziyadesiyle yararlanıyor. Bu dil, o kültürlerin kurulduğu zamandan, kanadığı toprağa kadar Anadolu’nun karnıdır. Anadolulu olmanın Farisi olanla kurduğu ilişkinin en mağrur bağıdır. İslamın ve onun önderliğinin o topraklar için soy kütüğüdür. Şiiliğin ve Suniliğin tükenmez kavgasıdır. Fatih Sultan Mehmet’in ve Akkoyunlu Uzun Hasan’ın liderlik ve onur kavgasıdır.

İnsan bazen bir cümleyi bin cevhere yeğleyebilir. Tıpkı filozofun dediği gibi “Bana sözcükleri verin, hikâyeniz sizde kalsın.” Güzelce de sözcüklerle kurmuş tarihten aldığı dersin buğulu evrenini. “Her dağın bir Hasan’ı olmak” değil mi? “Her savaşın bir Fatih’i.” öyle kanı ve toprağı birbirine bağlayan, öyle tanrıyı ve kulu anlayan! İki efkârlı yüz, iki efsunlu sultanı olmalı her kavganın. Bir savaşın bir Hasan’ı bir de Mehmet’i olmalı. Tıpkı Otlukbeli’ndeki iki kartalın öfkesi gibi… Baksanıza, “İnsanın yarası neredeyse, kalbi de orada atar. Dünyanın kalbi ise savaş meydanlarında… 1473 yılında Otlukbeli sekiz saatliğine dünyanın kalbi oldu. Attı, attı ve durdu.” (s. 19) diyor yazar ve devam ediyor. “O meydanda bütün erkeklerin bıyıkları, ölüm kokusundan sızan teri saklıyordu.” (s. 20) Yahut “Hepsi Türk, hepsi Müslüman olan kahraman askerlerin arasında binlerce hayvan ve onlarında arasında iki kirpi vardı.” (s. 20) diyerek tanıştırıyor okurunu sevdalı kirpileriyle. 

İki kirpiyi anlatıyor Güzelce. İki sevgili diken topunu. Savaşın kalbindeki kanamalı aşk burcunu. Tıpkı J. Derida’nın ünlü “Şiir Nedir?” adlı makalesindeki kirpileri gibi. Aşık iki kirpi, seven ve birbirine sokulan, sokuldukça kana-y-tan, kanadıkça kopan koptukça üşüyen/özleyen/arzulayan, üşüdükçe/özledikçe/arzuladıkça sokulan, kokuldukça yeni baştan… Bir sevda paradigması yani, bir anafor. Şair ve şiir, savaş ve komutan, aşk ve acı gibi… İki ahh’lı, vefalı keder gibi… Güzelce, kahramanlarını anlatmamış da onlara kahramanlıklarını anlattırmış adeta. Hatıralarını anlatırken onları yeniden yaşayan efkarlı bir ihtiyar gibi derinden, fısıldıyormuş gibi konuşturmuş.

Sözlerine, “Sevgili benim, ben sevgilinin.” (s.23) diye başlıyor âşık kirpi, böyle açıyor yarasını. “Her hayvan kendi çiçeğinin ömründen sorumludur.” (s.23) diyor ve ekliyor kirpi, “Biz kirpiler tek eşliyizdir.” (s.23). Yoğun metaforlarını yepyeni, dur durak bilmeyen bir şiirsellikle sürdüren yazar, bir şiirin bütün yoğunluğunu yazdığı hikâyeye karıyor ve kusursuz tasvirlerle okuruna lezzetli bir dil armağan ediyor. Mesela: "Doğada her canlı Tanrı'ya kendini göstermek ister." (s.36) veya "İkinci şans istenmez, alınır." (s.36/136) yahut "Tanrıyla aramıza kimsenin girmesine izin vermeyiz. İnançlıyız ama elçisiziz." (s.37) gibi muhteşem önermeler var kitabın muhtelif sayfalarında. Kitapta detaylı okumaların dışında durmaya çalışsanız dahi, sizi sürükleyip götürecek, altını çizmeden geçemeyeceğiniz türden onlarca ifadeyle, önermeyle, tespitle karşılaşıyorsunuz. 1473'ü bir tek okurun bile bitirmeden kenara bırakabileceğine hiç bir ihtimal kani olamaz. "Rüzgarın Tanrı'ya bağlılığını, büyük fırtınaların aslında ilahi bir ayin oluşundan anlayabilirsiniz." (s.40) diyebilen bir yazarın kapısından hangi okur girmek istemez ki! Hesaplaşmaksa hesaplaşmak diyerek biliyor kalemini, Tanrı'nın kutsallığından ve yüceliğinden başlıyor işe. Güzelce, sanatın bütün yeteneklerini kuşanarak, "Tanrı... siz, onu öldürene dek her şeyi görür, duyar ve anlar." (s.36) diyor ve çiziyor düellosunun sınırlarını.

Rüzgârı anlatıyor Bedia Ceylan Güzelce. Onun ölümsüzlüğünü, Tanrı'nın dünyasında rüzgârın kutsal bir ayin olduğunu varsayıyor. Yanıldığını sanmıyorum. Kim fırtınanın ilahi bir ayin olmadığını iddia edebilir ki!

“İncecik dalları yararak yeşeren yaprakların her ayrıntısı sudaydı. İçinden hayat geçen damarlar ve damarların etrafını çevreleyen yemyeşil perdeler.”… (s.25). “Sevgilim bütün dünyanın kalbi adına bakıyordu bana. Bin dehlizli bir yeraltı şehrinden getirilmişti gözleri, onlarla kötü bir şey yapması mümkün değildi.”… (s.31) ve “Tanrım, biraz eğilirsen sana sarılabilirim.” (s.32) diyor Güzelce. Şaşırtıyor. Sadece kitabı okuyanların anlayabileceği öyle çok şey söylüyor ki bu cümle, öyle büyük bir şükrana vefa ediyor ki, muhatap sadece Tanrı olabilir. Ne büyük arzu, nasıl cesur, nasıl ince, nasıl çaresiz… Baksanıza, “Tanrım, bize ruhlarımızı üflerken, elbette bir bildiğin vardı.” diye teslim oluyor yaradanına. Ruhların üflendiğinden başlıyor mitos. Güzelce, arkeolojinin ve mitolojinin kadim buluşlarından sızarak dokunuyor okuyucusunun inanç dünyasına. Sezdirmeden ve biadın ikrarına düşmeden.

Hiç durmadan sorular soruyor. Kendine soruyor, kahramanlarına soruyor, okuruna soruyor, Tanrı'ya soruyor... Bu sorulardan iki tanesini tekrar etmek istiyorum. "Kendini aşktan başka neya saplayabildi kirpiler?" (s.41) ve "Bir dağ kaç defa ölebilir?" (s.53) gibi soruların yanında durmadan aforizmalar bırakıyor boşluğa. Derin ve duru tespitler yapıyor. Çarpıcı önermeler, gürültüsüz uçurumlar... İşte onlardan bazıları: "Her savaşın kendine has bir dili vardır." (s.44) Bunun için "Hayvanlar olmadık bir zamanda göç ediyorsa, anlayın ki bir dünya felaketi yakındır." (s.45) Bilmek gerekir "Göğü göstererek bize bir şey anlatır tepeler." (s.53) Çünkü "Ahh sesi, bir ömrün virgülüdür." (s.71) Zira "Bir sulatanın yere çöküşü, dünyanın ortasına açılan dev bir çukur gibidir, büyüdükçe derinleşen bir çukur." (s.78) Acının büyüğü cana içkindir, kanatmaz keser, derine daha derine değer bıçak. Güzelce'ye göre "Bir baba, oğlunun neresinin acıdığını bilemediğinde, her yerinin ağrıdığını zanneder." (s.81) Her şey olup biterken hayatta "Bazı insanların içinde şarkılar çalar, bazılarından şiirler akar." (s.88) Oysa savaşlar salt meydana bedenini sürmüş oğulların kanlarıyla coşan bir vahşet değildir, pişmanlığı bütün kodlarının kaderine sızar. Çünkü "Önce karınlarından nefret eder çocukları insan öldüren kadınlar." (s.93) diyor yazar. Halbuki ihtirasın bütün vahşetine rağmen "Önce aşk icad edilmişti sonra sabır." (s.100) da diyebiliyor. Bunun için savaş meydanında kimse diğerinden daha şanslı sayılmaz. Zira "Diriler ile ölüler arasındaki fark, birinin kaçabilen, diğerininse kaçamayan av olmasıdır. Hepsi bu." (s.102) Belki tam da bu yüzden savaşta sadece erkekler kaybetmez. Çünkü pişmanlıkların geri dönüp ertelediklerine bakmakla derin bir ilgisi bulunur. Bu nedenle "Erkekler geri dönüşü olmayan zamanlarda düşünür dişileri. Dişilerse erkeklerini her an." (s.107) biyor Bedia Ceylan Güzelce. Her şey terkedip evreni, kendi boşluğuna dolunca, "Toprağın altı anne karnı gibiydi, oraya indim." (s.108) diyor aşkın kirpisi. Haksız mı? Zira artık kaybedecek ne varki hayatta? Sizin olmayan emanetin tenle ilişkisi bitse ne, bitmese ne sanki! Bilmek erdem değil elbette, "Can ne kadar kıymetli olduğuyla değil, sizin onu ne kadar önemsediğinizle ölçülen bir şeydir." (s.118/119) Çünkü "Aşk kabesidir kirpilerin, etrafında dönerler." (s.131) diye koyu bir cümle düşüyor yazarın eteğinden. O kabe fırtınaya tutulduktan sonra yer teslim edemez göğün hakkını. Çünkü her leke bir noktayla tutunur boşluğa. Çünkü işin, "Hortumun en dışındaki halka, fırtınayı başlatandır ama en zararsızı da odur." (s.133) demekle çözülemediğini biliyor yazar. Başlangıç, kaderin ilk harfidir ontolojide, zira kimse yalnızca kendinin olamaz.



"Kuşlar gökte doğar, balıklar suda, otlar toprakta." (s.145) diyor Güzelce ve ekliyor, "Ölüm, ölümdü işte." (s.144) Basit ve sıradan. Daha ne desin! 1473'ün son yıllarda okuduğum en harika kitaplardan biri olduğunu bütün içtenliğimle ve büyük bir zevkle söyleyebilirim. 



Bedia Ceylan Güzelce
1473
Aprıl Yayıncılık

18 Kasım 2011 Cuma

Van Şimdi Kar Altındadır..!

Van Şimdi Kar Altındadır..!
Ve kapandı göğün kapıları, şimdi sıratın bekçileri var Van'ın karında..!
Ahh! Bahar, ne kadar da uzak şimdi..!


İnsaf etme!
Unutma sana zulmün karını yağdıran bu kubbeyi kendine aşk belleyeni..!

Tertemiz kahret bu göğü!
Tertemiz em bildiğin bütün özleri!
Tertemiz küfret yok say bu göğün altında bir canlık tahammülü.
Söv ve gir günaha!

Yasak ama ateşli bir sinenin büyük şehvetine yenil ve bil ama, her kul sövmez bu sırra!


12 Kasım 2011 Cumartesi

İMTİYAZLI AİDİYETİN MUHALEFETE ŞERHİ

Saçlarım ağardıkça farkındalıklarım artıyor, gerçek'lerle acımasızca yüzleşmelerimin ardı arkası kesilmiyor. Giderek önceleri hakkında çok şey bildiğimi sandığım gerçeklerin ya ezbere kavramlar olduğunu ya da başkalarının kadim deneyimlerinden alınmış dersler olduğunu fark ediyorum. Yani gün geçmiyor ki kavramsal olarak bildiğim ve salt vicdanımın bana öğrettiği merhametle kurduğum terazide tarttığım gerçeklerin beni parçalayan acımasızlığıyla yüzleşmeyeyim.

Şu sıralar yeni bir durumun beni esir alan çaresizliğine bileniyor, öfke kusuyorum. Haksızlık denince, kelimenin bütün anlamlarını nasıl acımasız bir gerçeklikle donandığını, çelikten zırhlarını kuşandığını nasıl da bütün çıplaklığıyla gördüğümü anlatabilmem mümkün değil. Giderek gerçeklerle onun eleştirisine imtiyazlı yüksekliklerden bakabilmenin lüksüne sahip aidiyetlere bahşedilmiş derin göğün altında kederleniyorum. Zira bu imtiyazlı mevkilerin, imtiyazlı aidiyetlerle kurduğu derin ilişki zaman zaman öyle bir balçığa batıyor ki, ne eleştirinin kendisi ne de eleştirenin vicdanı oradan tertemiz çıkabiliyor.
Haksızlığın teşhiri için insanlığın terazisine konan vicdan, kimileyin öyle kirleniyor, mezalimle öyle sırtsırta veriyor ki, ne anlamak mümkün ne de anlatabilmek... Kimileyin bunun tam tersi oluyor. Eleştiri konusu olan haksızlık, ne denli hassas bir teraziye konup ne denli hürmetle tartılıyor olsa da, sırf konumlandığı yer nedeniyle eleştirel gerçeklik, onu dillendirenin aidiyetiyle öylesine derin ve kırılgan bir ilişki kuruyor, öylesine büyük riskler üstleniyor ki, tanımı imkansız.
Bütün bu laf karmaşasının içinden çıkıp bir sağlama yapacaksak eğer, söylemek istediğim dosdoğru şudur:
Bir haksızlığa itiraz edebilmek için, o haksızlığa maruz kalan/bırakılan tarafın parçası olma-ma-nız gerekiyor. Ancak o zaman hem haksızlık diye tanımlanan durumun sözcük olarak tarafsızlığı sağlanmış oluyor hem de söylemin etkisi artmış oluyor.
Mesela İsrail mezalimini etkili bir şekilde dillendirebilmek için Filistinli olmamanız elzem oluyor. Yahudi soykırımını anlatabilmek ve anlattığının büyük etki yaratabilmesini sağlamak için de Yahudi olma-ma-nız şart gibi.
Yahut solun sancılarını anlatabilmek için solcu olmamak, türban sorununu etkili bir şekilde anlatabilmek için türbanlı ya da tescilli bir mütedeyyin olmamanız gerekiyor. Kürt'ün acısını anlatabilmek için Kürt olma-manız, Alevi'nin çaresizliğine ses olabilmek için de Alevi olma-ma-nız gerekiyor.

İşte bunun için, güçlünün tarafında, imtiyazlı mevkilere doğmuş olanların vicdanlarına karartmaması gerekir. Onur budur! Bu onur için kendini egemen sınıfın hanesinde farkeden ve sesi benim ve diğer bütün ezilenlerin sesinden gür çıkabilenlerin, sahip oldukları mevkilerle hesaplaşması ve o üstün aidiyetlerinin yalancı kulelerinden inip, düşkünlerin elini tutması gerekir. Ancak o zaman buna insanlık onuru denebilir.Peki, iş böyle olunca ezilenin, ötekinin, düşkünün, yoksulun, zulme uğramış olanın, ... hakkını egemen olandan ve onun çizdiği göğün altında imtiyazlı haklarla donatılmış olandan beklemek hangi vicdanın çizdiği sınırdır. Güçsüzün hakkını, güçlünün kudretli mevki sahiplerinden beklemek hangi terazinin erdemi olabilir ki! Egemen olandan, ezilenenin haklarına cevap olacak vicdanı beklemek nasıl bir çaresizliktir bilen var mı?

İnsan onurunun her şeyi tanımladığı bir dünyanın düşünü kuruyorum. Bunun için de ricam şudur. Bütün ezilenlerin ve ötekilerin hakları için, ezenlerin ve imtiyazlı olanların dünyasına doğmuş onurlu bireylerin seslerini yükseltmesi ve bu lanet olası acıların coğrafyasında halkların yaralarını sağaltmaya çabalaması gerekir. Zira o imtiyazlıların söylediklerinin etkisi de dozu da daima ezilenlerin ve ötekilerin içinden söylenmiş olandan daha büyük oluyur. Nitekim, sol'un sancılarını dillendiren biri sol'un içinden geliyorsa söylediklerinin karşılığı mahpusluk, sürgün, ölüm ve bilumum öteki zulumler olabiliyor. Aynı durum bir türbanlının sorununu dillendiren bir türbanlı için de aynı sonucu doğuruyor. Bir Kürt için en zor, en zulüm çaresizlik, Kürt'ün yaşadığı dramı dillendirirken alacağı cevap; bir Alevi için de Alevilik'in maruz kaldığı zulmü anlatmak için yola çıkarken karşılaştığı sonsuz eza aynısı oluyor. Üstelik bunu anlatabilmek için çalınmış/çalınacak her kapının ardında da gizli bir yüzün, karanlık bir maskenin daima pusuda olduğunu, her anı kara kaplı defterlere kaydettiğini bilmenin dayanılmaz tedirginliği var.
İşte sırf bunun için bir dilek tutup, şu garip sayıların biraraya geldiği tarihin tekliği aşkına, şu 11.11.11'in ender lütfuna sığınıp vicdanlarınızı yegane rehberiniz edip, bu kederli coğrafyayı bir çiçek bahçesi etmek için hep beraber ses verin güzel bir dünyanın düşü için. Özellikle siz imtiyazlı sınıfın rahat neferleri. Çünkü unutmayınız ki, siz ne söylerseniz söyleyin, sözünüzün karşılığında ne zindan ne de sürgün olacak. Öyle ki, sizin söylediğinizin 11.11.11'de 1'ini ezilenlerin safından biri söylese onun yeri cehennem, odası hücre, makamı sürgün olur. Onun için gelin, elinizi insanlık onurunun kalbine koyun. Göreceksiniz, o kadar zor olmayacak! Dünya, dünya açacak. Her yer Anadolu olacak. Anadolu her yer...

11 Ekim 2011 Salı

Mevzu..!

Mevzu, kalbini elinde taşımak değil, onu nereye koyacağını bilmektir..!


Mevzu, yalnız sizin kaybettiklerinizin değil, ötekinin de kaybettiklerinin farkında olabilmek, ona saygı gösterebilmektir..!


Mevzu, salt dağların zirvesinde değil, aynızamanda kuyunun da dipsiz derinindedir..!


Mevzu, şairin dizesinde değil, kahkahasında ışığı büyüten çocuğun düşündedir..!


Mevzu, senin tek koltukluk aşk diye daralttığın dünyada değil, hürmetin büyüdüğü evrenindedir..!


Mevzu, gecenin karanlığında ürküten korkuda değil, onu ince bir sızı gibi yaran aydınlık düşünkanadındadır..!


Mevzu, canım dediğin kavgada ölmekte değil, kavgam dediğin ölümden esirgeyen candadır..!


Mevzu, ayıklanmış böylesi aciz sözlerde değil, osözleri kalbinde yara gibi büyüten bedenlerdedir..!

6 Ekim 2011 Perşembe

Toprak...

Hayat vicdanın değil, arzunun esiri olduğu sürece insanın zaafları onun tanrısı olmaya devam edecektir. Çünkü insan, aczin ve sıradanlığın içinde kendini doğanın tanrısı sanan gerçek bir zavallıdır. Onun maskaralığı da burada başlar. Oysa ne kral soytarıdır, ne de soytarı kral olabilir. Zira onun hikayesi kendini kral sanan soytarının hikayesidir.

Unutulmaması gereken yegane kudret, bazı sıradan davranışların sıradışı bedenlerde büyüyüp köksaldığı gerçeğidir. O gerçekliğin esas kudreti naif bir yücelik içerir ve bu yüceliğin anahtarı olarak göze çarpan en değerli şey şudur: Erdem, erdemli olanın; bilgelik, bilge olanın; şairlik, şair olanın dillendirdiği sözcükler değildir. Onun tanımlanması sıradan ve aciz olana terk edilmiştir. Çünkü, hiç bir üstün güç, hiç bir zavallıdan daha büyük bir yaygara da koparamaz, daha iyi bir unvanı da bulamaz. Zira unvanlar ona ihtiyacı olanlarındır, onu reddedebilenlerin değil.

Bunun için kendi aklında ve bedeninde biçare olanların bazı temel paradigmalara yenildiği tarihsel bir gerçektir. Zira tarihini, kazandığı savaşların tarihinden ibaret sananlar, ne barışmanın tarihini ne de kaybetmenin öğrettiği acıyı anlayabilirler. Onlar, kendileri hakkında uydurulmuş zoraki kahramanlıkları yazmaya çalışırken; hayat, tarihin arşivine başkalarının destanlarını kaydeder.

Halbuki, herkes ve her şey unutsa da onurun kaydını yeryüzü tutuyor; bir ara bir kuyudan fışkırıyor her şey.

Bunun için her vicdan sahibi için unutmaması gereken şudur: Toprak, Pandoranın yegane Kutusu'dur. Ne yakmak ne yok etmek mümkün..! O her şeyin en kadim ambarıdır. Toprak her şeydir..!

30 Eylül 2011 Cuma

BDP’nin Meclis’le İmtihanı…



Halklar kendi kararlarıyla değil, onları silahlı gücü aracılığıyla ve her türlü ulusal ve uluslar arası bağlayıcılıkla abluka altında tutan sistemler tarafından yönetilirler. Bu hegemonik ve karmaşık sistemlerin adı genel olarak “Devlet”tir.

Halkların emeklerinin sömürülmesi, Neolitik Devrim denen meşhur tarihsel kırılmaya denk gelir. Bu dönemin insanlık tarihindeki ilk büyük kırılma olması salt, besin değeri olan bitkilerin kültüre alınması; yani yeniden üretiminin sağlanabilmesi, yabanıl hayvanların evcilleştirilmesi ve yerleşik yaşama geçilmesi değildir. Bu dönemin en başat özelliklerinden biri de, insan emeğinin daha organize olabilmiş bir başka güç tarafından belli birtakım hiyerarşik sistemler silsilesi içinde kontrol altına alınması ve hatta sömürülmesinin başladığı dönem olmasıdır. Bunun içindir ki sanayi devriminden önceki ilk büyük kırılmalar dönemi olarak bilinen Neolitik Dönem, insan emeğinin sömürüsünün, yönetenler hiyerarşisinin ve ruhban aklın egemenliğinin de başladığı dönemdir.

Taa, bu ilk kırılmalar dönemiyle başlayıp, zaman içinde coğrafi, iktisadi ve siyasi özgünlükler nedeniyle yaratılmış ilk kültürel sistemlerden başlayıp; kent-devletler, ilkel krallıklar, monarşiler, imparatorluklar ve daha sonraki dönemlerde olgunlaşan demokrasiler de olmak üzere temel paradigma asla değişmemiştir. O paradigmanın içeriği daima egemenlik ve sömürüye ilişkindir.

Her kültürel ada kendi özgün üstünler sınıfını, ruhbanlar kümes’ini, silahlı koluk gücünü, hiyerarşik siyasal bürokrasisini yaratmış ve onun gücünü, bağlayıcılığını ve mutlak egemenliğini çeşitli inter ve internasyonel kural ve anlaşmalarla perçinlemiştir. Bu çabasının geriye kalan büyük halk kitleleri üzerindeki gücünü baki kılmak için de, kendi değer ve çıkarlarını koruyan hukuk kurallarını oluşturmuştur. Oluşturulmuş her hukuk kuralı egemen bir hegemonyanın idrak ve takdirine binaen icra edilmiştir. Zira faydacı unsurlar olarak, kuralları koyanların koydukları kuralların kendi dünyasına kast edecek yahut onu zarara uğratacak formda tasarlaması düşünülemez. Böylesi bir yaklaşımın tasavvuru sadece, safdillik ve siyasetbilmezlik olabilir. Öyleyse sistemlerin inşasında tarihsel ve tarihöncesi de dahil bütün dönemler içinde gözleneceği üzere inisiyatif egemenlere bırakılırsa ortaya çıkacak yasalar ve oluşacak sistem düzeneğinde halk kitlelerinin haklarının korunumundan asla bahsedilemeyecektir.

Bu temel bilinci olgunlaştırmak ve halkların kendi kaderlerine ilişkin tasarruflarını değerlendirebilmek için tereddütsüz sistem olgunlaştırma ve inşa süreçlerine dâhil olmak gerekmektedir. Sırf bu bilinçle bile BDP’nin parlamentoya gitmesi ve yeni anayasa yapım sürecine aktif ve etkili bir katkı sunması beklenmektedir. Verilecek kavganın yahut hak arayışının bu toprakların dışında bir halkı ilgilendirmeyeceği göz önüne alınacak olursa, çabalar bu toprakların egemenliğinde söz sahibi olan sistemin iyileştirilerek, üzerinde yaşayan halkların refahı ve bekasını güvence altına alınmak arzusunu taşımalıdır. Bu çaba ve dahlin temsilcileri olan blok bileşenlerinin ortak parlamenterleri, modern dünyanın demokratik siyasal seçilme yöntemleri içinde vücut bulmuş, o halkların temsil hakkını bedenleri üzerinde somutlaştırmıştır. Dolayısıyla bu temsil gücüyle üstlenilen sorumluluğun, amaçlanan ve arzulanan siyaset yöntemleri içinde hak mücadelesinin parçasına dönüştürülmesi beklenmektedir. Bunun için verilecek kararın, parlamenter siyasal temsiliyetle daha güçlü ve daha meşru bir muhataplık içerdiği gerçeği göz ardı edilemeyecek kadar elzemdir. Bilinmesi gereken başlıklardan biri de kendi haklarının savunulmasından yana tavır koyan birçok seçmenin de arzusu, meclisteki temsiliyet ve sistemin yeniden inşası sürecinde bu toprakların bütün yoksullarının, ezilmişlerinin, ötekilerinin, işçilerinin, inanan-inanmayan bütün emekçilerinin haklarının savunulmasıdır. Zira bu grupların başka da çaresi, güne bakmak için yaslanacak başka da duvarları yoktur. Onların hakkına el atmak elzemdir.

Bunun için açıklıkla belirtmek gerekir ki, BDP parlamentoya gitmelidir, çünkü BDP, kendisine oy verenlerin, kendini ifade etme ve mevcut egemen sisteme karşı korunabilme çabasının temsiliyet haklarını elinde bulundurmaktadır. Bunun için meclise gitme kararının alınmış olması kadar akli bir başka ihtimal daha makul görünmemektedir ve blok bileşenlerinin seçtiği milletvekillerinin bu kararla kendilerine oy veren bütün bireylerin de en arzu edilen tercihini ortaya koydukları açıklıkla görülmektedir. Bunun için merkezde yer alan yorum ve değerlendirmelerin değil, daha ziyade halk katmanlarının ne düşündüğü dikkatle değerlendirilmelidir. Bütün kamuoyu araştırmaları ve muhtelif araştırmacı ve akademisyenlerin değerlendirmeleri toplumsal genel kabulün bu yönde olduğudur.
Öyleyse şiddete ve ona içkin olanın tercihini öncelikli görenlerin tercihlerindeki uçurumları derinliğine anlayarak onun tuzaklarından kurtulmak ve barıştan yana bir panorama çıkarmak elzemdir. Bunun için herkesin kendine bazı soruları sorması ve tek başına yanıtlaması gerekir. Aksi takdirde ötekini anlamanın dayanılmaz imkânsızlığı içinde sağduyudan ve izandan uzaklaşmak içten bile değildir. Herkesin bir aynanın karşısına geçmesi ve kendine en masum tarafından bazı cümlelerle eleştiriler yöneltmesi, haksızlığın ve hukuksuzluğun diline teslim olmadan kendi özterazisini kurması gerekir.

Zira bilmek gerekir ki;
Aklına "bela nereden gelir acep?" diye komut gönderenin barışla ne işi olabilir ki..!
Zira bilmek gerekir ki;
Mevzu, kalbini elinde taşımak değil, onu nereye koyacağını bilmektir..!
Zira bilmek gerekir ki;
Mevzu, yalnız sizin kaybettiklerinizin değil, ötekinin de kaybettiklerinin farkında olabilmek, ona saygı gösterebilmektir..!
Zira bilmek gerekir ki;
Mevzu, salt dağların zirvesinde değil, aynı zamanda kuyunun da dipsiz derinindedir..!
Zira bilmek gerekir ki;
Mevzu, şairin dizesinde değil, kahkahasında ışığı büyüten çocuğun düşündedir..!
Zira bilmek gerekir ki;
Mevzu, kimsenin tek koltukluk aşk diye daralttığı dünyada değil, barış herkesin elbirliğiyle hürmeti büyüttüğü evrendedir..!
Zira bilmek gerekir ki;
Mevzu, gecenin karanlığında devleşen, ürküten korkuda değil, onu ince bir sızı gibi yaran ve o aydınlık düşün peşinden koşan anka’nın kanadındadır..!
Zira bilmek gerekir ki;
Mevzu, hiç kimsenin canım dediği kavgada ölmekte değil, kavgam dediği ölümden esirgeyen öteki candadır..!
Zira bilmek gerekir ki;
Mevzu, ayıklanmış böylesi aciz sözlerde değil, o sözleri kalbinde yara gibi büyüten ve o yaranın başka canlara çare olması için çırpınan bedenlerdedir..!
Zira bilmek gerekir ki;
Ölü bir aşk, aşk değildir. Barışı öldürmeden onu göstermek gerekir, ona gitmek, onu sahiplenmek gerekir..
Zira bilmek gerekir ki;

23 Eylül 2011 Cuma

Muhafazakâr Bir Çelişkinin Romanı...

Muhafazakâr Bir Çelişkinin Romanı: EMİNE yahut II. Fay Hattımız!


Bazı yazarlar vardır, onlarla hayatın bir köşesinde, bir kitabevinin herhangi bir rafında, nefis bir adın üzerinde bulunduğu hacimli bir kitabın içinde, bir eşref saatinde, yılgınlığın yahut yalnızlığın ortasında tanışırsınız. Bugün burada yeni kitabını anlatacağım yazarın benim için anlamı tam da burada anlattığım durumlardan birine denk gelir. Sıkkın ve sancılı bir dönemimde, bir kitapçının rafında Yürek Sürgünü adlı kitabıyla karşılaştığımda 1994 yılının sonlarıydı, liseden yeni mezundum ve hayatla hesabım vardı. Sıkıntılarım, sancılarım, düşlerim vardı. O gün, orada edindiğim Yürek Sürgünü'nün yazarı, o günün akşamından beri sadece o eserin değil, aynı zamanda benim de edebiyata ilişkin belleğimin vazgeçilmez yazarlarından biri oldu. O yazar Mehmet Eroğlu'ydu.

Zira A. Galip, Mehmet Eroğlu için Edebiyat ve Eleştiri dergisinin 2002 Aralık sayısında "Mehmet Eroğlu'nun herhangi bir romanı ile tanışanlar bütün eserlerine ulaşıp tiryakisi olmaktan kurtaramazlar kendilerini. Eroğlu, sanat camiasından uzakta, edebiyat magazinine bulaşmaksızın, köşesinde kendini işine vakfeden biri olarak bugün artık göz ardı edilemeyecek bir roman anlayışı oluşturabilmiştir," diye yazar.
Bunun içindir ki, bizim bu sayıdaki yazımızın konusu, 1974-76 yılları arasında iki yıllık bir sürede tamamlanan ilk romanı Issızlığın Ortası'nın (sonraki baskılarında Issızlığın Ortasında) 1984 yılında yayımlanmasının ardından tam onbir romanı, beş senaryosu yayımlanmış, çok sayıda edebiyat ve sinema ödülü almış, kendine has anlatım tekniği, özgün ve sıradışı kurgusu, sürükleyici diliyle Türk Edebiyatı içinde nevi şahsına münhasır bir yer açmış, o usta yazarın son romanı olacak. Kitaba ilişkin gözlemlerimizi aktarmadan önce, yöntem olarak benimsediğimiz üzere yazarın biyografisine ilişkin bir kaç cümlelik kısa bilgiyi aktarmakta yarar var.

1948 İzmir doğumlu olan Eroğlu, Eski adıyla İzmir Maarif Koleji olan bugünün Bornova Anadolu Lisesi'ni, ardından ODTÜ Müh. Fakültesi İnşaat Mühendisliği Bölümünü bitirdi. 12 Mart Askeri Darbesi döneminde Sıkıyönetim Mahkemesi tarafından Dev-Genç davasından yargılanıp, TCK'nın meşhur 141. ve 142. maddelerinden 8 yıl mahkumiyet ve 2 yıl sürgünle cezalandırıldı. 1974 genel affına uğradı ve cezası kaldırıldıktan sonra 1989 yılına kadar 15 yıl boyunca kamuda kendi mesleğini icra etti. 1989 yılında siyasi baskılar nedeniyle çalıştığı kurumdan istifa eden Eroğlu, bir taraftan mesleki kariyerine devam ederken bir taraftan yazın hayatını sürdürdü. 1999 yılına gelindiğinde, Eroğlu iş hayatına tamamen nokta koyup, yazın hayatına ve Um:ag (Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı) bünyesinde, kendi tanımlamasıyla, yazma seminerleri kapsamında yaratma cesareti, kurgu ve senaryo teknikleri dersleri vermeye başladı. Yazarın aldığı ödüller arasında Orhan Keman Roman Armağanı, Madaralı Roman Ödülü ve Milliyet Roman Ödülü de bulunur.
Onbir romanı yayımlanmış Mehmet Eroğlu'nun Fay Kırığı Üçlemesi'nin ilk cildi olan Mehmet'in ardında şu sıralar okurla buluşmayı bekleyen Üçleme'nin ikinci cildi Emine de sarsıcı bir aşkı, güncel ve reel-politik olanı da kuşatarak unutulmayacak bir hikâyeyi işliyor. Üçlemenin üçüncü kitabının adı Rojin olacak. Rojin de kendi fay hattındaki sarsıntıları işleyecek. Tıpkı Mehmet'in ve Emine'nin insanlık öyküsünün içine karışan ötekiliklerin ve çelişkilerin açtığı yarıklar gibi, Rojin de bir kederin ortasında duracak.

Yazar Fay Kırığı Üçlemesi'nin neden ve nasıl ortaya çıktığına ilişkin açıklamasında, "Türkiyenin bir profilini çıkardığınızda, temel üç fay hattının olduğunu görürsünüz," diyor. Eroğlu bu başlıkları 1- Yoksulluk ve Zenginlik çelişkisi, 2- Laiklik ve İslam Çatışması ve 3- Kürt-Türk ihtilafı olarak sıralıyor. Zira üçlemenin ilk kitabı olan Mehmet, birinci şıkkı; ikinci kitabı Emine ise ikinci şıkkı aktarıyor. Üçlemenin son kitabı olan Rojin'e ise son şık kalıyor. Emine, üçlemenin ikinci romanı olarak 1990 ile 2005 yılları arasındaki 15 yıllık süre için Türkiye'nin panaromik bir romanı olma iddiasında.

Eroğlu, Dil Dergisi'nin 2001 Eylül sayısında Demet Eşmekaya'ya verdiği mülakatta "... yazmak için mutlaka bir neden gerekir. Çünkü yazmak uzun soluklu bir iştir," diyor." Kimse "Oturup hadi yazayım " diyerek yazmaz, onu yazmaya iten ısrarlı bir kaynak vardır, bu kaynak da genellikle acıdır. Eğer içinizde boşaltmak istediğiniz bir acı yoksa yazma isteğiniz kısa vadelidir ya da kalıcı değildir. Bütün kalıcı yazarların gerisinde ısrarla onları yazmaya iten kaynağın acı olduğunu görüyoruz. Yazmanın kaynağında, kişisel yıkım da olabilir, toplumsal bir yıkım, çalkantılar da olabilir," diyor. Bu ifadeden anlıyoruz ki, Eroğlu'na yazdıran da onun yukarıda maddeleştirdiği fay kırıklarıdır. Anlıyoruz ki, Eroğlu'nun acısı bu fay kırıklarıdır.

Zira Emine, muhafazakâr ama oldukça varlıklı bir kimsedir ve kendisiyle ilişkisi olan, yani sevdiği adam Mehmet'se onun temsil ettiği dünya için ziyadesiyle ötekidir. Bu ötekilik ilişkisi içinde aranan mutluluğun düşü kurulurken sarsıcı yolculuklar, insani zaaflar, nedenli nedensiz kırgınlıklarla birlikte en çok da kişiliklerin çatışması, dünyaların ve algıların çelişkisi dikkat çekmektedir. Her ilişkide yaşanabilecek sorunların ötesinde, Emine ve Mehmet ilişkisinde sinsi bir hastalık sezilmektedir. Bu sinsi hastalığın ise Emine'nin hiç tükenmeyen Mehmet'i değiştirme arzusu olduğu anlaşılıyor. Zira "roman bir süre sonra Mehmet'in Emine ile farklılıklarının farkına varması sürecine endeksleniyor. Bu süreçte Emine doğumlarda düşükler yapıyor ve her doğurma ihtimali olan süreçte Mehmet'in 'aşık olduğu' Emine olmaya devam ediyor; ama içindeki çocuk ve Mehmet'i değiştirme ihtirasından bir şey de yitirmiyor. En sonunda ise zaten Emine hem hayatını hem de üçüncü çocuğunu doğumda kaybediyor. Buradaki süreç aslında bir dahaki kitaba bir hazırlık gibi. Yazar, sanki bazı karakterleri temizleyip boşa çıkmak istiyor ve bir sonraki kitap için hazırlık yapıyor." Fay Kırığı II:Emine, Sarsıcı, sıradışı, reel-politik ve insani bir roman. Yılın en iyi romanlarından biri olduğuna hiç kuşku yok.

Mehmet Eroğlu
Fay Kırığı II:Emine
Agora Kitaplığı
579 sayfa, 2011

EMİNE ARKA KAPAK YAZI

“Kendi dünyanıza ait olmayan birisini inançlarınızdan, yaşam tarzınızdan hatta geleceğinizden vazgeçmek pahasına severseniz neler olur?

Fay Kırığı Üçlemesi’nin ikinci kitabı “Emine”, işte bu soruya verilebilecek cevapları arar. Zenginliğinin tüm ihtişamına rağmen muhafazakar yetiştiriliş tarzıyla modernite açmazına sıkışıp kalan roman kahramanı Emine’nin öyküsünün ön planında aşk ve gerçekler arasındaki ezeli çatışma yer alırken geri planda ise sevgi ve tutku, masumiyet ve günahkârlık, onur ve yalan gibi zıtlıkların yarattığı gerilim, karakterlerin dramlarını daha da belirginleştiren koyu bir fon oluşturur.

Mehmet, yükselen Müslüman burjuvazisinin temsilcisi Kadıoğulları İmparatorluğu’nun varislerinden Emine ile evlenerek hem büyük bir zenginliğe hem de gerçek bir aşka sahip olur. Peki evlilikleri ve aşkları, birbirinden farklı iki dünyayı birleştirerek yeni bir dünya yaratabilecek mi, yoksa onları kendi yalnızlıklarından daha büyük bir yalnızlığa mı mahkum edecektir... Roman boyunca aşklarıyla birlikte kendilerini keşfeden iki kahramanın dokunaklı yolculuğu ve yükselen İslami sermayenin ülke kaderine egemen olma süreci birbiriyle ilintili bir kurguyla resmedilir.
Mehmet Eroğlu, bir anlamda aşkın ve yitirmenin öyküsü olarak da tanımlanabilecek bu romanında modern Türkiye’nin politik, dini ve kültürel fay hatlarıyla birbirlerinden ayrılan bireylerinin kaderlerini, girift bir olay örgüsü içinde ustaca çizerken, bir yandan da Müslüman hareketin, ülkenin yönetimine hakim olan liberal kapitalist çizgisinden farklı bir yönüne, toplumcu damarının varlığına güçlü bir vurgu yaparak yeni tartışmaların kapısını aralıyor.

7 Eylül 2011 Çarşamba

Unutmayacaksın, herkesin bir hikayesi var..!

1 Eylül, üstelik Dünya Barış Günü; Sokakta yine kan, yine şiddet vardı, olmasa ölür müydünüz?
Birinin hakkını gaspedip, onu radikal reflekslere mecbur etmek, kanaatimce zulmün en sinsi şiddetidir.
Unutmamak gerekir, devletlerin yahut sistemlerin değil, halkların kalbi bulunur, halkının kalbini kıran sistem beyhudedir..!
Eğer oğullar babalara isyan ediyorsa, iki nedeni vardır. Ya babalar zalimdir yahut oğullar devrimci doğmuştur.
Oğluna zulmetmeyeceksin!
Rab, yönetenle yönetilen ilişkisine dahil değildir, onu bilmek toprakla tohum ilişkisini bilmek demektir.
Bunun için her toprağın kaderiyle oynanmaz, bilmek gerekir ki, kiminin sesi arşa, kiminin sabrı taşa değer.
Sırf bu minval bile anlamak gerekir, doğanın sularıyla yeşeren vadileri, doğaya terkedeceksin, unutmayacaksın, inandığın Tanrı, onu öyle uygun görmüştür.
Sen onadan usta mısın.?
Kendi ağrısını dağ, başkasının dağını ağrı görmeyeceksin..!
Unutmayacaksın, herkesin bir hikayesi var..!
Biliyormusun ki, kar yağmayınca yahut düşmeyince yağmur, dağın bağrından bir tek damla su bile sızmıyor, sızamıyor işte...

Ben, kavmimin münzevisiyim...

Sana kimsenin bilmediği şeyler söylemek isterdim, öyle sözler, öyle bakmaklar ki, sular ve rüzgârlar sussun isterdim...

Sana, en uzak serçelerin şarkılarını, kırlangıçların suya inişini, martıların pike yapma sevdasını, şahinlerin süzülüşünü vermek isterdim...

Sana çil bir güneşin altında sarı bir kertenkele için bir dağın gölgesindeki serinliği vermek isterdim...

Ama nafile.. Ben insanım ve tanrıyla yarışamam..

İyisi mi ben sana kalbimi vereyim, sen ne istersen onu al...

Sana, bu pusunun, bu inkarın, bu savaşın ortasında ipekten kaftanlar yerine, aşktan oyunlar vermek isterdim...

Aşktan oyunlar anlıyor musun?

Sana neler ama neler vermek isterdim lakin ülkem çok karışık...

Canım kavmimi bile taşımıyor, anlıyor musun..?

Ben, kavmimin münzevisiyim...

Biliyor musun, sadece sana değil, bütün bu evrene yazık oldu be gülüm, her yerde meyvalar kabuklarından soyuldu... Soyulduk, anlıyor musun..?

20 Temmuz 2011 Çarşamba

Masumlar ve Brani Tawo’nun adındaki sır:


“Masumlar bazen günahkârların yükünü taşırdı.”




Yazmak, mazereti olmaktır. “Benliğindeki özel kişiliği konuşturmak, onun sesini duymak isteyen”, bu nedenle “hiçbir şeyi öğretmemeyi, öğrenilmiş olanı da unut-tur-mayı” ilke olarak benimseyen Roland Barthes’a göre; “eski bir zevki dönüşüme uğratarak, yeni bir zevkin kendisini göstermesini” sağlamak, roman yazmanın temel hedeflerinden biri olmalı. Hatta roman yazma sanatının temel poetik tutumunu bu perspektifle oluşturmak gerekir.

Bugün, bu yazıda konu edindiğimiz çalışmanın bu çerçeveyle birebir örtüşen zarif ama dirençli bir yapısı bulunuyor. Eserin kendisine özgü niteliklerini açmadan önce bir iki şeyin vurgulanmasında fayda olduğuna inanmaktayım.


Ben, edebiyatı doğaya benzetirim. Orada her şey mümkünmüş gibi gelir bana. Bu benzetmede tek fark gerçeklikle düşsellik ilişkisinde ortaya çıkar. Ancak, düşsel olanın mevcut gerçeklikle anlamlı ilişkisi olan bir kurmaca olduğunu varsaydığımızda, bu fark da uçup gider. Sonuçta roman, kurmaca sanatının en uzun parçası olmaktan çıkıp hayatın kendi parçasına dönüşür. Bunun için doğa ve edebiyat ilişkisi, daima lezzetli bir etkileşim, iletişim ve nihayet üretim ilişkisi içinde olur. Her iki alanda da hayat vardır. Yaşamakla ölmek, aşkla nefret, savaşla barış, beyazla siyah, geçmişle gelecek, günle gece, denizle dağ, çölle vaha… Edebiyatta aklımıza gelen her başlığın doğada illaki bir karşılığı bulunur. Kurmaca, bu karşılıkların bilinen ya da tasavvur edilenlerinden hareketle değiştirilmiş, büyütülerek veya küçültülerek abartılmış halidir. Bunun için ucu hayata değmeyen hiçbir kurmaca yoktur. Ancak, hayatın kendi damarlarından beslenen edebiyat, insan olanın bütün hallerinden anlar, idraka oradan dokunur.

Bütün alt-üst oluşlarıyla, depremleri, yangınları, doğumları ve ölümleriyle doğa kadar engin, doğa kadar doğurgan ve cana dokunur… Edebiyat budur. Hatıraları, geçmişi ve geleceği bulunur, bozkırları, yaylaları, elma ağaçları, iğde, ıhlamur, sarı kantaron, turna balığı, menevişler, yakamoz, kırlangıç ve nihayet kaldırımları bulunur. Gel-gitleriyle, geri bildirimleri, çocukluğu, uçurumları ve bilcümle mahşeriyle, membaı doğa olan edebiyat bir tasavvurun resmidir. Naif ve inatçıdır edebiyat. Tıpkı Burhan Sönmez’in “Masumlar”ı gibi.
İlk defa 2009 yılında iki baskı yapan “Kuzey” adlı romanıyla tanıdığımız Burhan Sönmez, Masumlar adlı ikinci romanıyla edebiyattaki yolculuğuna devam ediyor. Masumlar, zaman-mekan-insan üçgeninin harika birlikteliğinin romanı olarak dikkat çekiyor. Olaylar, kendine has başlıkların altında ve üçlü bir dizgenin sıra dışı birlikteliği ile genişliyor. Masumlar, Haymana Ovası’nın, İran deryasının ve Cambridge’in harikulade yeşilliklerinin içinde; çocukluğun, politikanın, sürgünün, dilin, aşkın, özlemin ve kadim olan ne varsa ve elbette hatıraların kalbinden beslenen bir roman.

“Masumlar”ın özgün söyleyişinde, zaman zaman yazarın otobiyografik izlerine rastlansa da eserin, bütün kahramanlarıyla tam bir edebiyat yaratımı olduğu her detayından anlaşılıyor. Sönmez’in Haymana’lı olup, İstanbul ve Cambridge’de yaşıyor oluşu; aşkları, dostlukları, Anadolu’nun orta yerinde kadim bir sır olarak taşıdığı Kürt kimliği, sürgünlüğü, mülteciliği yakından tanımışlığı gibi bir dizi biyografik unsurun romanın kurgusunda etkin birer başlık olduğu dikkatlerden kaçmıyor elbette. Bununla birlikte kahramanların, mekâna atfedilmiş doğanın, çocukluğu ve düşleriyle, eskiye ilişkin anlatılan hikâyeleriyle, orada kurulmuş mistik dille, oluşturulmuş resimle dosdoğru bir kurmaca olduğu da bambaşka bir gerçek. Yazar, kendi dünyasını, Brani Tawo’nun dünyasına dönüştürürken, İran’ın sürgün hayatlarına, Anadolu’nun kadim geleneklerine, mültecilik derdine, politikanın kirine, aşka ve çocukluğa değiniyor. Ama illaki hatıralar, onlar bütün ilişkilerin oturduğu vatan gibi, yazarı da onun karakterlerini de sarıp sarmalıyor. Masumlar’da doğa muhteşem bir fona dönüşüyor. Hele bir elma ağacı var ki, hem Haymana’da çocuklukta hem Cambridge’de gençlikte, gerçek bir kahraman oluyor, zaman zaman roman onun o da romanın etrafında dönüyor. Ne kadar dönse o kadar ışık saçıyor, ne kadar büyüse o kadar serin bir döşe, bir vefakâr eşe benziyor.

Kendi yaşanmışlığını kahramanlarının hakikatine dönüştüren bütün büyük yazarlar gibi, Burhan Sönmez de nefis bir kurguyu Masumlar’ın dilinden başlayarak inşa ediyor. Duru, pürüzsüz, naif… Hiçbir süsün, hiçbir gereksiz ayrıntının doluşmadığı sayfalar, yazarın derinlikli anlamları sadeleştirdiği harikulade ifadelerle felsefi bir söyleyişe ulaşıyor.
“Benim vatanım çocukluğumdu ve ben büyüdükçe uzaklaştım ondan, uzaklaştıkça da o büyüdü içimde.” diye başlayan Masumlar, “Çaresizlik en büyük celladımızdı bu hayatta.” (s.31) gibi veciz sözler ediyor. Ya da “İnsan, tanrının ütopyasıymış. Bu yüzden tanrı ona kendi nefesini vermiş. Hayır, asıl ütopyayı tanrı değil, insan var etmiş. Yaratılmak insanın kararı değil, ama nasıl yaşayacağına kendisi karar verebilirmiş. İnsanın anası olan ilk kadın bu yüzden yasak elmayı yemiş. Bu yüzden düştüğü varlık âlemi, insanın ütopyasıymış.” (s. 51) diyor.

Bunun gibi onlarca aforizma niteliğinde tespitin yanı sıra Sönmez’in geçmişe ilişkin kurduğu hikâye dilinde kadim olana yakın, kürdili bir keder seziliyor. Daha çok arkaik olan destanların diliyle, mistik ve ontolojik bir sezginin kurduğu bir evren okuru sarıp, kurgunun içine çekiyor. Daima temkinli ve bilge bir menzille okunması gereken nefis pasajlar halinde metnin gövdesine serpiştirilmiş olarak karşımıza çıkan böylesi tanımlamalar, yazarın romanı kurarken, kendi zengin düşsel evreninde ne tür bir entelektüel derinlikle beslendiğini de okuruna incelikle sezdiriyor. Örneğin; “Eşkiyalar, halatlara bağlı çuvalları tek tek yukarı çekerken, dişlerinden kan damlayan kurtlar gibi soludular.” (s.56) diyor. Yahut “ Genç eşkiyanın adı Lille’ydi. Daha on yedisinde, soluğu gül gibi taze ve yüzünde yetim bir ışık vardı.” (s.57) diyor yazar.

“Ölüler hayatın dışındadır.”
(s.64), “Ölüm sonsuza kadar iyidir.” (s.66), “Günahtan korkma dostum, sen de iç. Sarhoşlar ölüler kadar masumdur.” (s.66) gibi can alıcı cümleler yazarın Azita Hanım ile Brani Tawo’nun diyaloglarının arasına serpiştirdiği aforizmalardır. Kewe’nin, Pençe Yüzlü Kadın’ın, O’Hara’nın, Deniz’in, Haco’nun ve diğerlerinin hikâyesinin ve fazlasının da siz okurların keşfini beklediğini belirtmem gerekir.








Masumlar
Burhan Sönmez
İletişim Yayınları
2011
14.50 TL.

12 Haziran 2011 Pazar

Güç Zehirlenmesi ve Seçim 2011

İnsan düşündükleriyle hissettikleri arasında savaşan bir varlıktır.

Düşündükleri, olması gerekenleri, hukuku, bilimi, öğrenilmiş olan diğer bütün olumlu ya da olumsuz donanımlarını anlatırken; hissettikleri, olanı, yaşamın kendisini, aşkı, gözyaşını, ...vs anlatır.

Düşündükleri, idealize eder. Hissettikleri ise doğal ve sıradan olandan beslenir; idealize etmez, hesaplamaz. Düşündükleri matematikseldir. Analitik karakterli olur. Hissettikleri sosyal ve psikolojik karşılıklar içerir. Bu liste yüzlerce örnekle uzatılabilir.

Ancak ben, sözün bu noktasında hangi durumun beni kendi etkisine aldığını anlatmak niyetinde değilim. Burada yaptığım girizgahın nedeni seçime ilişkin tahminlerimi ortaya koymak ve nedenleriyle sürece ilişkin değerlendirmelerimin kısa bir özetini paylaşmaktır. Bunun için sözü uzatmak istemiyorum.

Yönetenlerin ve onların egemen algılarının, sistemin merkezinden başlayarak en ücra köşlerine kadar nasıl bir şehvetle iktidarlarını perçinledikleri, atamalar ve/veya görevlendirmelerle nasıl kendi kadrolarını yarattıkları bütün bir ülkenin -geçmişten beri- malumudur. Bununla birlikte bazı iktidar dönemleri vardır ki; bu tür değişikliklerin ve kadrolaşmaların şirazesi o denli kaçırılır ki sistemin neredeyse tamamında bulunan görevliler aynı tornanın matruşkaları gibi irili ufaklı birbirinin kopyasına dönüşürler. Biri diğerinin kopyası olan bu zevat, gün gelir düşüncenin bütün hacimlerinden taşar ve garip, umarsız bir dayatmanın, saldırganlığın lezzetine varmaya çalışırlar. Yani tektipleşme öyle bir yol alır ki; sözü geçen zevat, kendine benzemeyene “ucube” muamelesi yapmaya başlar. İşte buna güç zehirlenmesi denir. O nokta, tam da karamizahın başladığı kertedir. Her şey usul usul ve iktidarın gözünün içine bakarak eriyip gider. Engellenemez bir sahtekarlık, aynı riyakarlıkla kalabalıkların kalbinden gözüne sızar ve meydanlar bu riyanın yalancı ihtişamıyla sarsılır. İktidar tam bu noktada iflas eder ama durumun farkında olması genellikle geminin alabora olduğu zamana denk gelir. O da bir işe yaramaz artık. Zira yukarıda altı çizilen kadrolaşmaların bile örgütleyip, tamamen kendi etkisi altına alamadığı halkların, yeri geldiğinde kendini yönetenleri nasıl alaşağı ettiği de malumdur. Bunun için gücün (iktidarın) zehri, abartılmış özgüvenin özünü oluşturur. Özgüveni şişen, köpüren iktidarlar, giderek gücün sarhoşluğuyla başkalarına karşı zulmü sıradan refleksler olarak algılamaya ve hatta uygulamaya başlarlar.

Bu çözümlemenin geçmiş örneklerini sayıp dökmeye gerek yok, ancak yeni ve sıcak örnekleri ibret vericidir. Bu örneklerin başında “ucube” denerek yıkılan Kars’taki Kardeşlik Anıtı’nın kurulduğu yere atfedilen tabloya kurulmuş olması durumuydu ve bu nedenle hürmetsizlik içeriyordu yaklaşımıydı. Öyleyse usulsüz ve kadirbilmezceydi, -ki Erzurum anıtlar kurulu da bu yönde karar vermiş, heykelin yıkımına hükmedivermişti.

Neden sonra heykelin yıkımı bitip de “ucube” lime lime doğrandıktan sonra oraya, yani o kutsal tabloya kaşar ve bal heykeli yapılacağı anonsu geldi. Yani o tabya artık kutsal değildi. Bal ve kaşar orada şekerlenip eskiyecek iktidar da inşallah o yüce gönüllülüğü ile başını arşa değdirecekti! Diğer bir örnek: “Düşünce özgürlüğünün de bir sınırı var!” veciziydi ...ufuk karartıcı bir nazi benzerliği var. Başka bir örnek: Metin Lokumcu öğretmenin ölümüne ilişkin aymazlık, iktidar rüzvalığı, özgüven patlamasının yarattığı kamçılanmışlık... Diğer bir örnek: “Kürt sorunu bitmiştir’” hutbesi ve onlarcası bir çırpıda akıllara gelen güç zehirlenmesi örneklerine ilişkin garipliklerdi. Buna rağmen iktidarda geçen 8.5 yıllık sürede ortaya koyulan performans, iktidarın halk tarafından benimsenmesine, onaylanmasına ziyadesiyle yetmiş gibi görünüyor. Nihayet halk, söze değil işe bakar ve ilgilendiği soruların cevabının da AK Parti tarafından cevaplandığına inanıyor.

İşte bu nedenlerle düşündüklerimle hisettiklerim arasındaki savaşın bana öğrettiği erdemle tahminlerimi paylaşmak istiyorum. Hangi araştırma şirketi, hangi sonuçları verir. Hangi anket kime ne söyler bilemem. Ben kendi yalnız ve mütevazı gözlemlerimi paylaşmak isterim.

Bana göre AKP yine birinci parti olacak ama oy oranı % 45-48 aralığından daha fazla olamayacak. CHP ise : % 25-30 bandında görünüyor. Zira son araştırmalar da bu durumu destekliyor. MHP’nin durumu bana göre ziyadesiyle kritik. Zira alacağı oyların % 9-11 aralığında olacağı büyük ihtimal. Bağımsızlar yani Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku adayları 32-35 arasında milletvekiliyle ve çok dinamik bir grupla parlamentoya girecek gibi görünüyor.

Bu kez ilginç bir parlemento oluşacağını düşünüyorum. Özel bir haz almasam da MHP’nin barajın altında kalacağına dair önleyemediğim bir hissiyatım var. MHP’baraja takılırsa; CHP'den ziyade BDP’nin ana muhalafet partisi olması söz konusu olur ki işte o zaman ak tavuk , kara tavuk nasıl olur hep birlikte göreceğiz.

Kim ne düşünür bilmem ama iş böyle olursa memleketin hali en çok meşhur dış güçlerin hoşuna gidermiş gibi geliyor bana. -Bu da bu işin koplo teorisi kısmı olsun. Tuzu biberi yani...-

Sorunlara gelince; çözülür mü, kilitlenir mi bilemem. Burada bilgim ve hissiyatım kendi aralarındaki savaşa son verip, ülke meselelerinin bir iplik kukası gibi sökülüp birbirine gireceği fısıldıyorlar. Bu karışıklığın kimi yerinde düğümler oluşacak, o düğümleri çözmek içinse zaman zaman ipi kesmek zorunda kalınacakmış gibi geliyor. Umudum ipin sökülmeden önce yeni bir kukaya nasıl sarılacağına önceden karar verilmiş olmasıdır.

Oyuma gelince: Benim oyum bağımsız ve özgür olacak. Zira ben özgürlüğü açlıktan ayıramayanların yanında duramam.