30 Eylül 2011 Cuma

BDP’nin Meclis’le İmtihanı…



Halklar kendi kararlarıyla değil, onları silahlı gücü aracılığıyla ve her türlü ulusal ve uluslar arası bağlayıcılıkla abluka altında tutan sistemler tarafından yönetilirler. Bu hegemonik ve karmaşık sistemlerin adı genel olarak “Devlet”tir.

Halkların emeklerinin sömürülmesi, Neolitik Devrim denen meşhur tarihsel kırılmaya denk gelir. Bu dönemin insanlık tarihindeki ilk büyük kırılma olması salt, besin değeri olan bitkilerin kültüre alınması; yani yeniden üretiminin sağlanabilmesi, yabanıl hayvanların evcilleştirilmesi ve yerleşik yaşama geçilmesi değildir. Bu dönemin en başat özelliklerinden biri de, insan emeğinin daha organize olabilmiş bir başka güç tarafından belli birtakım hiyerarşik sistemler silsilesi içinde kontrol altına alınması ve hatta sömürülmesinin başladığı dönem olmasıdır. Bunun içindir ki sanayi devriminden önceki ilk büyük kırılmalar dönemi olarak bilinen Neolitik Dönem, insan emeğinin sömürüsünün, yönetenler hiyerarşisinin ve ruhban aklın egemenliğinin de başladığı dönemdir.

Taa, bu ilk kırılmalar dönemiyle başlayıp, zaman içinde coğrafi, iktisadi ve siyasi özgünlükler nedeniyle yaratılmış ilk kültürel sistemlerden başlayıp; kent-devletler, ilkel krallıklar, monarşiler, imparatorluklar ve daha sonraki dönemlerde olgunlaşan demokrasiler de olmak üzere temel paradigma asla değişmemiştir. O paradigmanın içeriği daima egemenlik ve sömürüye ilişkindir.

Her kültürel ada kendi özgün üstünler sınıfını, ruhbanlar kümes’ini, silahlı koluk gücünü, hiyerarşik siyasal bürokrasisini yaratmış ve onun gücünü, bağlayıcılığını ve mutlak egemenliğini çeşitli inter ve internasyonel kural ve anlaşmalarla perçinlemiştir. Bu çabasının geriye kalan büyük halk kitleleri üzerindeki gücünü baki kılmak için de, kendi değer ve çıkarlarını koruyan hukuk kurallarını oluşturmuştur. Oluşturulmuş her hukuk kuralı egemen bir hegemonyanın idrak ve takdirine binaen icra edilmiştir. Zira faydacı unsurlar olarak, kuralları koyanların koydukları kuralların kendi dünyasına kast edecek yahut onu zarara uğratacak formda tasarlaması düşünülemez. Böylesi bir yaklaşımın tasavvuru sadece, safdillik ve siyasetbilmezlik olabilir. Öyleyse sistemlerin inşasında tarihsel ve tarihöncesi de dahil bütün dönemler içinde gözleneceği üzere inisiyatif egemenlere bırakılırsa ortaya çıkacak yasalar ve oluşacak sistem düzeneğinde halk kitlelerinin haklarının korunumundan asla bahsedilemeyecektir.

Bu temel bilinci olgunlaştırmak ve halkların kendi kaderlerine ilişkin tasarruflarını değerlendirebilmek için tereddütsüz sistem olgunlaştırma ve inşa süreçlerine dâhil olmak gerekmektedir. Sırf bu bilinçle bile BDP’nin parlamentoya gitmesi ve yeni anayasa yapım sürecine aktif ve etkili bir katkı sunması beklenmektedir. Verilecek kavganın yahut hak arayışının bu toprakların dışında bir halkı ilgilendirmeyeceği göz önüne alınacak olursa, çabalar bu toprakların egemenliğinde söz sahibi olan sistemin iyileştirilerek, üzerinde yaşayan halkların refahı ve bekasını güvence altına alınmak arzusunu taşımalıdır. Bu çaba ve dahlin temsilcileri olan blok bileşenlerinin ortak parlamenterleri, modern dünyanın demokratik siyasal seçilme yöntemleri içinde vücut bulmuş, o halkların temsil hakkını bedenleri üzerinde somutlaştırmıştır. Dolayısıyla bu temsil gücüyle üstlenilen sorumluluğun, amaçlanan ve arzulanan siyaset yöntemleri içinde hak mücadelesinin parçasına dönüştürülmesi beklenmektedir. Bunun için verilecek kararın, parlamenter siyasal temsiliyetle daha güçlü ve daha meşru bir muhataplık içerdiği gerçeği göz ardı edilemeyecek kadar elzemdir. Bilinmesi gereken başlıklardan biri de kendi haklarının savunulmasından yana tavır koyan birçok seçmenin de arzusu, meclisteki temsiliyet ve sistemin yeniden inşası sürecinde bu toprakların bütün yoksullarının, ezilmişlerinin, ötekilerinin, işçilerinin, inanan-inanmayan bütün emekçilerinin haklarının savunulmasıdır. Zira bu grupların başka da çaresi, güne bakmak için yaslanacak başka da duvarları yoktur. Onların hakkına el atmak elzemdir.

Bunun için açıklıkla belirtmek gerekir ki, BDP parlamentoya gitmelidir, çünkü BDP, kendisine oy verenlerin, kendini ifade etme ve mevcut egemen sisteme karşı korunabilme çabasının temsiliyet haklarını elinde bulundurmaktadır. Bunun için meclise gitme kararının alınmış olması kadar akli bir başka ihtimal daha makul görünmemektedir ve blok bileşenlerinin seçtiği milletvekillerinin bu kararla kendilerine oy veren bütün bireylerin de en arzu edilen tercihini ortaya koydukları açıklıkla görülmektedir. Bunun için merkezde yer alan yorum ve değerlendirmelerin değil, daha ziyade halk katmanlarının ne düşündüğü dikkatle değerlendirilmelidir. Bütün kamuoyu araştırmaları ve muhtelif araştırmacı ve akademisyenlerin değerlendirmeleri toplumsal genel kabulün bu yönde olduğudur.
Öyleyse şiddete ve ona içkin olanın tercihini öncelikli görenlerin tercihlerindeki uçurumları derinliğine anlayarak onun tuzaklarından kurtulmak ve barıştan yana bir panorama çıkarmak elzemdir. Bunun için herkesin kendine bazı soruları sorması ve tek başına yanıtlaması gerekir. Aksi takdirde ötekini anlamanın dayanılmaz imkânsızlığı içinde sağduyudan ve izandan uzaklaşmak içten bile değildir. Herkesin bir aynanın karşısına geçmesi ve kendine en masum tarafından bazı cümlelerle eleştiriler yöneltmesi, haksızlığın ve hukuksuzluğun diline teslim olmadan kendi özterazisini kurması gerekir.

Zira bilmek gerekir ki;
Aklına "bela nereden gelir acep?" diye komut gönderenin barışla ne işi olabilir ki..!
Zira bilmek gerekir ki;
Mevzu, kalbini elinde taşımak değil, onu nereye koyacağını bilmektir..!
Zira bilmek gerekir ki;
Mevzu, yalnız sizin kaybettiklerinizin değil, ötekinin de kaybettiklerinin farkında olabilmek, ona saygı gösterebilmektir..!
Zira bilmek gerekir ki;
Mevzu, salt dağların zirvesinde değil, aynı zamanda kuyunun da dipsiz derinindedir..!
Zira bilmek gerekir ki;
Mevzu, şairin dizesinde değil, kahkahasında ışığı büyüten çocuğun düşündedir..!
Zira bilmek gerekir ki;
Mevzu, kimsenin tek koltukluk aşk diye daralttığı dünyada değil, barış herkesin elbirliğiyle hürmeti büyüttüğü evrendedir..!
Zira bilmek gerekir ki;
Mevzu, gecenin karanlığında devleşen, ürküten korkuda değil, onu ince bir sızı gibi yaran ve o aydınlık düşün peşinden koşan anka’nın kanadındadır..!
Zira bilmek gerekir ki;
Mevzu, hiç kimsenin canım dediği kavgada ölmekte değil, kavgam dediği ölümden esirgeyen öteki candadır..!
Zira bilmek gerekir ki;
Mevzu, ayıklanmış böylesi aciz sözlerde değil, o sözleri kalbinde yara gibi büyüten ve o yaranın başka canlara çare olması için çırpınan bedenlerdedir..!
Zira bilmek gerekir ki;
Ölü bir aşk, aşk değildir. Barışı öldürmeden onu göstermek gerekir, ona gitmek, onu sahiplenmek gerekir..
Zira bilmek gerekir ki;

23 Eylül 2011 Cuma

Muhafazakâr Bir Çelişkinin Romanı...

Muhafazakâr Bir Çelişkinin Romanı: EMİNE yahut II. Fay Hattımız!


Bazı yazarlar vardır, onlarla hayatın bir köşesinde, bir kitabevinin herhangi bir rafında, nefis bir adın üzerinde bulunduğu hacimli bir kitabın içinde, bir eşref saatinde, yılgınlığın yahut yalnızlığın ortasında tanışırsınız. Bugün burada yeni kitabını anlatacağım yazarın benim için anlamı tam da burada anlattığım durumlardan birine denk gelir. Sıkkın ve sancılı bir dönemimde, bir kitapçının rafında Yürek Sürgünü adlı kitabıyla karşılaştığımda 1994 yılının sonlarıydı, liseden yeni mezundum ve hayatla hesabım vardı. Sıkıntılarım, sancılarım, düşlerim vardı. O gün, orada edindiğim Yürek Sürgünü'nün yazarı, o günün akşamından beri sadece o eserin değil, aynı zamanda benim de edebiyata ilişkin belleğimin vazgeçilmez yazarlarından biri oldu. O yazar Mehmet Eroğlu'ydu.

Zira A. Galip, Mehmet Eroğlu için Edebiyat ve Eleştiri dergisinin 2002 Aralık sayısında "Mehmet Eroğlu'nun herhangi bir romanı ile tanışanlar bütün eserlerine ulaşıp tiryakisi olmaktan kurtaramazlar kendilerini. Eroğlu, sanat camiasından uzakta, edebiyat magazinine bulaşmaksızın, köşesinde kendini işine vakfeden biri olarak bugün artık göz ardı edilemeyecek bir roman anlayışı oluşturabilmiştir," diye yazar.
Bunun içindir ki, bizim bu sayıdaki yazımızın konusu, 1974-76 yılları arasında iki yıllık bir sürede tamamlanan ilk romanı Issızlığın Ortası'nın (sonraki baskılarında Issızlığın Ortasında) 1984 yılında yayımlanmasının ardından tam onbir romanı, beş senaryosu yayımlanmış, çok sayıda edebiyat ve sinema ödülü almış, kendine has anlatım tekniği, özgün ve sıradışı kurgusu, sürükleyici diliyle Türk Edebiyatı içinde nevi şahsına münhasır bir yer açmış, o usta yazarın son romanı olacak. Kitaba ilişkin gözlemlerimizi aktarmadan önce, yöntem olarak benimsediğimiz üzere yazarın biyografisine ilişkin bir kaç cümlelik kısa bilgiyi aktarmakta yarar var.

1948 İzmir doğumlu olan Eroğlu, Eski adıyla İzmir Maarif Koleji olan bugünün Bornova Anadolu Lisesi'ni, ardından ODTÜ Müh. Fakültesi İnşaat Mühendisliği Bölümünü bitirdi. 12 Mart Askeri Darbesi döneminde Sıkıyönetim Mahkemesi tarafından Dev-Genç davasından yargılanıp, TCK'nın meşhur 141. ve 142. maddelerinden 8 yıl mahkumiyet ve 2 yıl sürgünle cezalandırıldı. 1974 genel affına uğradı ve cezası kaldırıldıktan sonra 1989 yılına kadar 15 yıl boyunca kamuda kendi mesleğini icra etti. 1989 yılında siyasi baskılar nedeniyle çalıştığı kurumdan istifa eden Eroğlu, bir taraftan mesleki kariyerine devam ederken bir taraftan yazın hayatını sürdürdü. 1999 yılına gelindiğinde, Eroğlu iş hayatına tamamen nokta koyup, yazın hayatına ve Um:ag (Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı) bünyesinde, kendi tanımlamasıyla, yazma seminerleri kapsamında yaratma cesareti, kurgu ve senaryo teknikleri dersleri vermeye başladı. Yazarın aldığı ödüller arasında Orhan Keman Roman Armağanı, Madaralı Roman Ödülü ve Milliyet Roman Ödülü de bulunur.
Onbir romanı yayımlanmış Mehmet Eroğlu'nun Fay Kırığı Üçlemesi'nin ilk cildi olan Mehmet'in ardında şu sıralar okurla buluşmayı bekleyen Üçleme'nin ikinci cildi Emine de sarsıcı bir aşkı, güncel ve reel-politik olanı da kuşatarak unutulmayacak bir hikâyeyi işliyor. Üçlemenin üçüncü kitabının adı Rojin olacak. Rojin de kendi fay hattındaki sarsıntıları işleyecek. Tıpkı Mehmet'in ve Emine'nin insanlık öyküsünün içine karışan ötekiliklerin ve çelişkilerin açtığı yarıklar gibi, Rojin de bir kederin ortasında duracak.

Yazar Fay Kırığı Üçlemesi'nin neden ve nasıl ortaya çıktığına ilişkin açıklamasında, "Türkiyenin bir profilini çıkardığınızda, temel üç fay hattının olduğunu görürsünüz," diyor. Eroğlu bu başlıkları 1- Yoksulluk ve Zenginlik çelişkisi, 2- Laiklik ve İslam Çatışması ve 3- Kürt-Türk ihtilafı olarak sıralıyor. Zira üçlemenin ilk kitabı olan Mehmet, birinci şıkkı; ikinci kitabı Emine ise ikinci şıkkı aktarıyor. Üçlemenin son kitabı olan Rojin'e ise son şık kalıyor. Emine, üçlemenin ikinci romanı olarak 1990 ile 2005 yılları arasındaki 15 yıllık süre için Türkiye'nin panaromik bir romanı olma iddiasında.

Eroğlu, Dil Dergisi'nin 2001 Eylül sayısında Demet Eşmekaya'ya verdiği mülakatta "... yazmak için mutlaka bir neden gerekir. Çünkü yazmak uzun soluklu bir iştir," diyor." Kimse "Oturup hadi yazayım " diyerek yazmaz, onu yazmaya iten ısrarlı bir kaynak vardır, bu kaynak da genellikle acıdır. Eğer içinizde boşaltmak istediğiniz bir acı yoksa yazma isteğiniz kısa vadelidir ya da kalıcı değildir. Bütün kalıcı yazarların gerisinde ısrarla onları yazmaya iten kaynağın acı olduğunu görüyoruz. Yazmanın kaynağında, kişisel yıkım da olabilir, toplumsal bir yıkım, çalkantılar da olabilir," diyor. Bu ifadeden anlıyoruz ki, Eroğlu'na yazdıran da onun yukarıda maddeleştirdiği fay kırıklarıdır. Anlıyoruz ki, Eroğlu'nun acısı bu fay kırıklarıdır.

Zira Emine, muhafazakâr ama oldukça varlıklı bir kimsedir ve kendisiyle ilişkisi olan, yani sevdiği adam Mehmet'se onun temsil ettiği dünya için ziyadesiyle ötekidir. Bu ötekilik ilişkisi içinde aranan mutluluğun düşü kurulurken sarsıcı yolculuklar, insani zaaflar, nedenli nedensiz kırgınlıklarla birlikte en çok da kişiliklerin çatışması, dünyaların ve algıların çelişkisi dikkat çekmektedir. Her ilişkide yaşanabilecek sorunların ötesinde, Emine ve Mehmet ilişkisinde sinsi bir hastalık sezilmektedir. Bu sinsi hastalığın ise Emine'nin hiç tükenmeyen Mehmet'i değiştirme arzusu olduğu anlaşılıyor. Zira "roman bir süre sonra Mehmet'in Emine ile farklılıklarının farkına varması sürecine endeksleniyor. Bu süreçte Emine doğumlarda düşükler yapıyor ve her doğurma ihtimali olan süreçte Mehmet'in 'aşık olduğu' Emine olmaya devam ediyor; ama içindeki çocuk ve Mehmet'i değiştirme ihtirasından bir şey de yitirmiyor. En sonunda ise zaten Emine hem hayatını hem de üçüncü çocuğunu doğumda kaybediyor. Buradaki süreç aslında bir dahaki kitaba bir hazırlık gibi. Yazar, sanki bazı karakterleri temizleyip boşa çıkmak istiyor ve bir sonraki kitap için hazırlık yapıyor." Fay Kırığı II:Emine, Sarsıcı, sıradışı, reel-politik ve insani bir roman. Yılın en iyi romanlarından biri olduğuna hiç kuşku yok.

Mehmet Eroğlu
Fay Kırığı II:Emine
Agora Kitaplığı
579 sayfa, 2011

EMİNE ARKA KAPAK YAZI

“Kendi dünyanıza ait olmayan birisini inançlarınızdan, yaşam tarzınızdan hatta geleceğinizden vazgeçmek pahasına severseniz neler olur?

Fay Kırığı Üçlemesi’nin ikinci kitabı “Emine”, işte bu soruya verilebilecek cevapları arar. Zenginliğinin tüm ihtişamına rağmen muhafazakar yetiştiriliş tarzıyla modernite açmazına sıkışıp kalan roman kahramanı Emine’nin öyküsünün ön planında aşk ve gerçekler arasındaki ezeli çatışma yer alırken geri planda ise sevgi ve tutku, masumiyet ve günahkârlık, onur ve yalan gibi zıtlıkların yarattığı gerilim, karakterlerin dramlarını daha da belirginleştiren koyu bir fon oluşturur.

Mehmet, yükselen Müslüman burjuvazisinin temsilcisi Kadıoğulları İmparatorluğu’nun varislerinden Emine ile evlenerek hem büyük bir zenginliğe hem de gerçek bir aşka sahip olur. Peki evlilikleri ve aşkları, birbirinden farklı iki dünyayı birleştirerek yeni bir dünya yaratabilecek mi, yoksa onları kendi yalnızlıklarından daha büyük bir yalnızlığa mı mahkum edecektir... Roman boyunca aşklarıyla birlikte kendilerini keşfeden iki kahramanın dokunaklı yolculuğu ve yükselen İslami sermayenin ülke kaderine egemen olma süreci birbiriyle ilintili bir kurguyla resmedilir.
Mehmet Eroğlu, bir anlamda aşkın ve yitirmenin öyküsü olarak da tanımlanabilecek bu romanında modern Türkiye’nin politik, dini ve kültürel fay hatlarıyla birbirlerinden ayrılan bireylerinin kaderlerini, girift bir olay örgüsü içinde ustaca çizerken, bir yandan da Müslüman hareketin, ülkenin yönetimine hakim olan liberal kapitalist çizgisinden farklı bir yönüne, toplumcu damarının varlığına güçlü bir vurgu yaparak yeni tartışmaların kapısını aralıyor.

7 Eylül 2011 Çarşamba

Unutmayacaksın, herkesin bir hikayesi var..!

1 Eylül, üstelik Dünya Barış Günü; Sokakta yine kan, yine şiddet vardı, olmasa ölür müydünüz?
Birinin hakkını gaspedip, onu radikal reflekslere mecbur etmek, kanaatimce zulmün en sinsi şiddetidir.
Unutmamak gerekir, devletlerin yahut sistemlerin değil, halkların kalbi bulunur, halkının kalbini kıran sistem beyhudedir..!
Eğer oğullar babalara isyan ediyorsa, iki nedeni vardır. Ya babalar zalimdir yahut oğullar devrimci doğmuştur.
Oğluna zulmetmeyeceksin!
Rab, yönetenle yönetilen ilişkisine dahil değildir, onu bilmek toprakla tohum ilişkisini bilmek demektir.
Bunun için her toprağın kaderiyle oynanmaz, bilmek gerekir ki, kiminin sesi arşa, kiminin sabrı taşa değer.
Sırf bu minval bile anlamak gerekir, doğanın sularıyla yeşeren vadileri, doğaya terkedeceksin, unutmayacaksın, inandığın Tanrı, onu öyle uygun görmüştür.
Sen onadan usta mısın.?
Kendi ağrısını dağ, başkasının dağını ağrı görmeyeceksin..!
Unutmayacaksın, herkesin bir hikayesi var..!
Biliyormusun ki, kar yağmayınca yahut düşmeyince yağmur, dağın bağrından bir tek damla su bile sızmıyor, sızamıyor işte...

Ben, kavmimin münzevisiyim...

Sana kimsenin bilmediği şeyler söylemek isterdim, öyle sözler, öyle bakmaklar ki, sular ve rüzgârlar sussun isterdim...

Sana, en uzak serçelerin şarkılarını, kırlangıçların suya inişini, martıların pike yapma sevdasını, şahinlerin süzülüşünü vermek isterdim...

Sana çil bir güneşin altında sarı bir kertenkele için bir dağın gölgesindeki serinliği vermek isterdim...

Ama nafile.. Ben insanım ve tanrıyla yarışamam..

İyisi mi ben sana kalbimi vereyim, sen ne istersen onu al...

Sana, bu pusunun, bu inkarın, bu savaşın ortasında ipekten kaftanlar yerine, aşktan oyunlar vermek isterdim...

Aşktan oyunlar anlıyor musun?

Sana neler ama neler vermek isterdim lakin ülkem çok karışık...

Canım kavmimi bile taşımıyor, anlıyor musun..?

Ben, kavmimin münzevisiyim...

Biliyor musun, sadece sana değil, bütün bu evrene yazık oldu be gülüm, her yerde meyvalar kabuklarından soyuldu... Soyulduk, anlıyor musun..?