18 Şubat 2012 Cumartesi

Zayi: Umutsuz Bir Roman


Kendi yarattığı cehennemi görmezden gelen riyakârlıkların toplumudur Türkiye toplumu. Doktirinsiz ve metaforsuz yaşarken, kendine ille de travmalar yaratmakta üstüne yoktur. Bu toplumun gelenekleri kendine acılar yaratan bir pınar gibi işler. Daima ince ince sızar. Büyük bir sükûnetle ama asla vazgeçmeyen bir sadizmle kendini kanatır.

Bütün katmanlarını literatürde olmayan sarsıntılarla kerelerce kanırtıp, kerelerce inciterek sürekli acılar çoğaltan bir zulümler coğrafyası adeta… Daima çocuklarını yemiş, toprağını sömürmüş, tarihini tahrip etmiş bir modeldir burası. Garip olan, bunu tekrar etmekten de imtina etmez, geri durmaz oluşudur.

Bu toplumda iktidarlar da iktidar adayları da siyaset biliminin hiçbir erdeminden nasiplenmemiş, tamamı o erdemin asla ve kat’a kabul etmeyeceği çıkar politikalarının en amansız projelerini üretmiştir. Bunun içindir ki, iktidarlar daima seleflerinin taklidi olmuş, vaatlerinin adı değişse de iktidar olunduğunda daima devletin kendisine dönüşmüş, hiç durmadan aşılmaz duvarlarla çevrilmiş ve hukukla kalkanlar kuşanmış bir sistemin ve onun sınırlarını çizdiği görünmez değerlerin, politikaların uygulayıcısı olmuştur.  Üstelik bu iktidar kavgası daima iki tribünlü bir arenanın karşı tribünleri gibidir.  Meydana çıkan kahramanlardan hangisi daha mahirse onun taraftarı olan tribünün sesi daha gür çıkmıştır. Hâlbuki özde ne taraftar değişmiştir, ne taraftarlığın kriterleri ne de oyun kurucuların hedef ve amaçları. Bu nedenle hiç kimse arenanın dışını, kale arkasını, dışarıda kalmış olanı merak etmemiş, her biri kuyruk sırasındaki seyirci adayının gönlünü almak için yırtınıp durmuştur. Yani ötekisi daima öteki olan bir toplumdur burası.

Rum’u hep Rum, Kürd’ü daima Kürt, Ermeni’si hep Ermeni… Solcusu, eşcinseli, yoksulu, işçisi, Alevisi, komünisti, dindarı hep aynı, hep öteki, hep itilmiş, hep horlanmıştır. Asiller beyazdır burada. Onlar renksiz, ideolojisiz ve lakin buranın yegâne sahipleridirler. Onlar kendi aralarında iktidarı bölüşürler, bazen tepişseler de daima birleşecekleri kadim sırları bulunur, hiçbir ötekinin o sırlara vakıf olduğu görülmemiştir. O sırlar, asilleri bu toprakların, bu devletin, bu göğün, bu dağların ve denizlerin sahibi yapar. Bunun için ne sırlarını ne de iktidarlarını ötekilerle asla bölüşemezler. O sırlar derin dehlizlerin en ışıksız, en sırlı odalarında saklanır. Bunun için ötekilerin düşleri hep en tatlı yerinde kesilmiş, uykuları en derin anında bölünmüştür.

ÖTEKİLERİN DÜNYASINDA KURULMUŞ BİR ROMAN

Bu yazı, bütün bu sancıların çıkmaz bir sokakta sahnelendiği, sancılı ötekilerin itilmiş dünyasında kurulmuş bir romanı haber vermek içindir. O roman, Sibel Oral’ın  Zayi’sidir.  

Yazarın mülakatlarından birinde aktardığı şekliyle Zayi’nin kahramanları ve içinde bulundukları mekân şöyledir: “… kırık dökük, tarihten yaralı evlerin içinde oturuyor romanın kahramanları... Karşılarında da bir mezarlığın üstüne yapılmış metruk, leş, yarım kalmış bir bina. Kat kat acı var, kıyım var, ah’lar var. Orası bizim 70- 80 yıllık tarihimiz, belki de daha fazlası… Faniler girmiyorlar, çünkü orada kendi tarihleriyle yüzleşemedikleri için kendilerinden utanan insanlar var... Kanırttıkça kötü bir koku çıkacak, çok belli”, diyor ve ekliyor Sibel Oral, “… Eminim ki onların da tüm bu olanlarda payı var.” 
Ülke gerçeklerinin referans olarak alındığı Zayi’de, ülke açısından içinde bulunulan durum genel anlamda bir çıkmaz sokağa benzetiliyor. Büyük bir ironiyle işlenen konular da kendi ritmi içinde belirsizlikler, bulanıklıklar ve içi hesaplaşmalarla zuhur etmektedir. Bunun için resmin tamamında bir matem ve kasvet sezilmekte, gökyüzü hep gri bir solgunluğun altında durmaktadır. Zira o çıkmaz sokakta yaralılar var, terk edilmişler, Ermeniler, Rumlar, eşcinseller, kendi zorlama kimliğini bir türlü benimseyememiş asiller, komünistler ve diğerler… Yani o çıkmaz sokak, bütün ötekilerin içinde bulunduğu, yaşlı, kadim ve acıklı terk edilmişliklerin, yorgun hikâyelerin, yıpranmışlıkların, kimsesizliklerin sığınma evi olmuş. Bu hal, o sokağın kaderi gibidir. Her şey ve herkes bu gerçeğin parçasıdır Zayi’de ve ziyadesiyle umutsuz ve trajik bir fotoğrafın içinde dururlar.

Zayi, bu özellikleri nedeniyle okunması zor, kederi yüksek bir eser olarak duruyor karşımızda. Ancak o kadar gerçek bir çalışma ki, herkesin bildiği, ısrarla görmezden geldiği gerçeğin de ta kendisi olabilmiş. Zayi bir Türkiye fotoğrafı gibidir. Eksiğiyle fazlasıyla bir Türkiye fotoğrafının izlerini taşımaktadır. Bizde uzun yıllardan beri olayların hareket merkezi daima etnik ve politik meseleler olmuştur. Bu meselelerle ilgili bitmek bilmeyen tahammülsüzlük, öteki olmanın, onu yaratmanın da en temel dayanağı olmuştur. Bu yanıyla kendi ülkesine, kendi tarihine, kendi toprağına, değerlerine, kendi toplumuna küsmüş, ona yabancılaşmış, susmuş o kadar çok insan var ki, sayısını tahmin etmek bile imkânsız. Zayi, işte bu insanların sadece küçük bir kısmının hikâyesinden kesitler sunuyor. Zayi’ de atmosfer boğucu olsa da, ziyadesiyle gerçek ve yazarın başarılı ifade yeteneği sayesinde de çıplak ve etkileyici bir tragedya havasına dönüşmüş. Bu yanıyla oldukça etkileyici, tahammülü yüksek okurun vazgeçemeyeceği türden bir eser olmuş.


KAHRAMANLARIN HEPSİ KAYBOLMUŞ

Eser ortaya çıkarken yazarın ünlü sıkıntı ve kırılmalarımızdan ziyadesiyle beslendiği anlaşılmakta. “6-7 Eylül olayları, Varlık Vergisi, 1915 Olayları, 30 küsur yıldır süren savaş, yolsuzluklar, kadına yönelik göz göre uygulanan şiddet, eğitim sorunu, faili meçhul cinayetler, darbeler, işkencede ya da gözaltında ölenler... “ gibi büyük travmalarımız, her şey, her kırılma bu eserde tutunacak bir dal bulabilir kendine.  Sonuçta bu eserin çıkış noktası bu ülkede yaşanan adaletsizlik ve o adaletsizliğin neden olduğu derin yarılmalar ve insanlar arasında yarattığı büyük uçurum.  Eserin adı “Zayi” olarak düşünülmüş, çünkü yazarın kendi ifadeleriyle; “Kitabın adı “Zayi”, çünkü romanın kahramanlarının hepsi ülkenin ya da kendi bireysel tarihlerinin içinde kaybolmuş. Biri, birileri yolunu kaybettirmiş, şaşırtmış onları.” Bu nedenle büyük bir savrulma, büyük bir kovulma hali var ve ortada dolaşan bir de büyük bir adaletsizlik hali duruyor…

Yazar, romanın sekiz kahramanından biri olan Selvi’nin susma nedenini açıklamak istercesine, “Susmak susan için muhteşemdir. Kendi kendinize, kendi içinize konuşursunuz. Kendinizi anlamanız, çözmeniz, kendinize laf geçirmeniz gerekir”, diyor bir söyleşisinde. Ne kadar söylese az. Zira Selvi öyle bir susuyor ki, susmak bile kederlenir… Bir eserde bir kahramanın sürekli sustuğunu düşünün, ondan duymak istediğiniz ya da duyabileceklerinizin tamamının bir iç konuşma olarak akıp geçtiğini… İşte o zaman o susmanın büyük bir kapanma olduğunu, onun bir ceza olduğunu, zehirli bir hesaplaşma olduğunu anlarsınız. Böyle bir susmadır romanın başkahramanı Selvi’nin susması… Orada anlıyorsunuz ki, romanlarda kahramanların daima konuşması gerekmez. Zayi’de bize anlatılması gerekeni anlatmanın bir yolunun da susmak olduğunu gösteriyor Sibel Oral. Bu yanıyla Zayi, bir umutsuzluğun romanı, çünkü o adaletsizliği anlatıyor…

ZAYİ
Sibel Oral
Turkuvaz Yayınları
2011, 186 s., 13.00 TL.             http://www.aksam.com.tr/zayi-umutsuz-bir-roman--99051h.html





12 Şubat 2012 Pazar

Parmak Maymunun Trajik Hikayesi



Siz, bana dünyanızın küçük olduğunu söylüyorsunuz, gittikçe güçsüz, gittikçe çaresiz olduğunuzu söylüyorsunuz, haklı olabilirsiniz. Herkesin kendi çaresizliği bulunur üstelik sizinle aynı dünyadayız ve herkesin bir derdi de var...

Garip bir yalnızlığı yaşıyorsunuz, bütün yeryüzü sizin oysa... Ağaçlar sizin, dağlar sizin, ormanlar, vadiler, okyanuslar... Her şey sizin... Evet, okyanuslar hatta gökyüzü sizin... Ama çaresiz ve güçsüz olduğunuzu söylüyorsunuz. Sizi anlıyorum. Herkesin bir derdi var. Sizin ki biraz büyük...

Kimse kederinden ölmüyor derler, oysa "her kul kaderinden besleniyor" derdi bir rahip. Üstelik tanrıya inanmazdı... Zira bizim tanrımız sizinle aynı soydandı ve üstelik o kadar çok tanrı vardı ki etrafta... Bir gün onların da çaresiz olabilecekleri hiç birimizin aklına gelmezdi....

Sonra o rahip ansızın öldü. Bütün orman ölmeden önce onun çığlıklarıyla sarsıldı. Annem ve diğer bütün kadınlar çok üzüldüler... Biz babalarımızı tanımayız üstelik pek mahir adamlar değildir bizim erkeklerimiz. Hep gözleri dışarıdadır der annelerimiz... Neyse, rahibe dönmek istiyorum. Erkeklerimizi sonra anlatırım..!

Rahip bir manda gibi anırmadan ve en yüce serviler savrulmadan, kayınlar ve köknarlar ağlamadan önce o rahip herkesin bir yurdu olması gerektiği, gerekirse onun için ölmenin erdem olduğunu söylerdi bize. Ama tanrıları kızdırmadan ve mevsim solmadan herkesin kendi kuytusuna sığınması gerektiğini de söylerdi. Bir gün bir tanrı ağzından dumanlar çıkaran alevsiz ateşlerle çıkagelmiş, önce ateşi ağzında çevirmiş, sonra dumanlar üflemiş etrafa daha sonra o ateşi rahibin uykusuna atmış ve üzerine basmış, rahip uykudan uyanmış ki, tanrının ateşiyle acılar ve ağrılar içinde yanıyormuş. Anlamış ki tanrısı onu istiyor, unutmuş acılarını ve sevinçten ulumuş. Naralar atıp bağırmış. Bu feryat, sevincinin çığlığıymış, çünkü tanrılar sevdikleri kullarını yanlarına alırmış. 

O gün bugün tanrıların ateşi bizim yurdumuzdan eksik olmamış. Ormanlar her gün ateşlerle yanmış ve en son bir parça çalı kalmış biraz da tanrıların bakıp, beslediği renk renk ormanlar. Ama onların da dibinde bizim barınmamızı istememişler. Sonra suların etrafını çevirmişler, dağları delmiş, her yerine kuyular ve delikler açmışlar... Sonra bizim kavmimiz yavaş yavaş tükenmiş, annelerimiz bir daha hiç gülmemişler, zaten bir işe yaramayan erkeklerimizse iyice işe yaramamış, bir bir miskinleşip ölmüşler. Aramızdan çok azı, o da bize benzemeyen, tanrıların sevdiği renkten olanlarımızı tanrılar almış, onlara kendi yemeklerinden ve ormanlarından vermişler. Günler geçmiş. Bizimkiler mutlu mesutken bir gün bir bakmışlar ne toprak kalmış etrafta, ne inlerimiz ne de ormanlar. Her şey tanrıların olmuş. Geriye bir tek o rengi bize benzemeyenlerimiz kalmış. Ve inanmışlar ki, tanrılar bizim için en iyisini isterken rahibin üzerine ateşini fırlatarak ve onu bizden alarak işe başlamışlar.

Şimdi herkes rahip olmak istiyor ama etrafta ne orman var ne de bilgelik öğretecek usta bir rahip. Onun için ben tanrıları sevmiyorum Çünkü onlar bizim rahibin üzerine ağızlarındaki ateşi fırlatıp, onu dumanlarında boğdular. Ormanlarımızı kesip, sularımızın akmasını engellediler. Her yer kurudu, bereketi kaçtı dağların. Bunun için tanrıları sevmiyorum ben.