11 Ekim 2012 Perşembe

Nam-ı Diğer: CumCum.


Cumhur Sarı. Nam-ı diğer: CumCum. Öğretmen. 38 yaşında, anadan Kürt, babadan Yörük; bana göre harika bir melez. Ona göre ne üdüğü belirsiz adam. Üstüne 15 yıllık tarih öğretmeni. Komik! Hatta çok komik! Üstelik arkadaşım. Hatta çok sevdiğim adamların içindeki en keyifli, en vicdanlı olanlarından... Baba. Ama ne yüce, ne güzel bir baba! Üstelik kalbiyle problemli ve dalgası deniz inletir türden. Gürül gürül. Bir de eş ve bir de berduş bir adam ki sormayın... Ama insan. Dibine kadar adam, hatta gerçekten dibine kadar adam!

Bildiği her şeyi meraktan öğrendiğini söylüyor. Merakın nemenem şeylere kadir olduğunu da... (Pis pis sırıtıyor.) Sakalı hep uzun, hep disiplinsiz, eğri büğrü bakıyor. Göğü seviyor mu bilmem; ama meyhaneye bayılıyor. Harika bir okur, zıpır ve cüretkâr bir edebiyat meraklısı. Derdi güldürmek. Aslında güldürmek isteyip istemediğinden pek de emin değil. Sadece derslerde öğrettiklerinin gerçekle ilişkisine bakıldığında gülmemenin imkansız olduğunu düşünüyor. Her faninin böyle bir birikimle çatlayasıya gülecek malzemeye sahip olabileceğine bir de...Ve sonunda öğrencilerinin gazına geliyor. Hata bu gazla şimdilerde sahneden inmiyor. Güldürüyor! Güldürüyor! Güldürüyor!

CumCum'u 96'dan beri tanırım. Üniversiteye hazırlanıyordum ve o ziyadesiyle velet bir havayla dolaşan, çirkin görünümlü ama acayip güzel bir adam olarak ve saçlarını mütemadiyen taramamış bir derviş gibi dolaşıyordu gittiğim dershanenin koridorlarında. Meğer o zamanlar hocamız olan; dershanenin de sahibi meşhur zâtın eski bir öğrencisiymiş. "Olmaz olaymış" diyesim var ya, kıyamıyorum. İşte tam o zamanlarda tanıdım. O gün bugün çıkmadı hayatımdan. Arkadaşım oldu. Dostum oldu... Zaten  üç yıl sonra da aynı dershanenin en afili tarihçisi olarak ve de sıranın üstüne bağdaş kurarak, acayip keyifle ama ortalığı çınlata çınlata ders anlatır oldu. O günden beri dersleri tiyatro havasında. Ne dershaneciler geçti ondan ne o dershanelerden. Aslında bilumum bu birbirine meraklı mevhumun özünde akçe-i şahane var. Yani her şeyin özünde ve ilelebet ceng-i hayat vardır ya, öyle! Şairin dediği gibi "Ömür Hanım!... Her şeyi iyi yanından görmeyi kim öğretti bize?.." Bir bilsen sende neler var! misali. İşin içinde acısıyla, tatlısıyla bir hayatın ettiği var!
"Tarih, ulusların kendi yalanlarına yasal bir kılıf bulma çabasıdır" der adını hatırlayamadığım bir tarihçi. Fena da bir tanım değil; ama eksik. Bana göre tarih, aynı zamanda ulusların kendi yalanlarının yanına başka ulusların da yalanlarını koyma sanatıdır. Bunun için her ulus diğerinin yalanına inanır ve hatta saygı duyar. Üstelik bu yalanları uluslar adına tarihçiler söyler.

CumCum da bir tarihçi ama yalan söylememeye; hatta gerçeği kendi gülmecesiyle ve kendine has diliyle ama çırılçıplak anlatmaya yeminli bir tarihçi. Bu yüzden daha komik, daha öğretici, daha içten. Yalın ve tam da olması gerektiği gibi. Kurmadan, kurtarmadan... Herkesi gerçekliğine hayran bırakarak yapılan bir sunumla yapıyor işini. Üstelik iyiden iyiye sarmış yaptığı iş onu. Yepyeni bir Stand-Up'çı oluvermiş çoktan. Kadıköy Hayalperest'le başlayan gösterileri, Gemide ile devam etmiş. Şu sıralar her cumartesi Kadıköy Qahwah Cafe'de çıkıyor sahneye. Üstelik ağzına kadar doluyor içerisi. Kasım ayı başından itibaren Gitar Cafe'de sahne alacak CumCum. 31 Ekim'de ise KargArt'da özel bir sunumla sahne alacak ve sonra da her 15 günde bir yola devam... Yani hamarat bir komik oğlan vesselam...

Cumhur'un muzip ve damıtılmış gösterisinde nizamdan çıkıvermiş bir dil var. Evet, argo! ziyadesiyle ve dahi cesur. Çünkü işin içinde kadın var, erkek var; kadın-erkek ilişkisi var, iktidar kavgası var, hikaye var, mesel var, kurmaca var. Var oğlu var... Bir "Afyon Patlaması", bir "Şamar Oğlanı" espirileri var ki, insanın ensesine ağrılar giriyor gülmekten.

En çok kendi kavmini tiyye alıyor. Orta Asya'dan başlıyor yolculuğuna, Varna önlerine kadar götürüyor izleyicilerini. Çatlaysiya güldürüyor. Ata bir bindirdi mi şanlı halkını, bir daha indirmiyor aşşağı. Bir "Pastırma" hikayesi anlatır ki, midesi sağlam olmayan kramptan gider. Komik ne demek, gülmek ne kelime... Hele kendi öz oğluna ilişkin hikayeleri var ki, tadından yenmez. Oğlu Ozan. Özel bir çocuk. Bir otistik. Onun bir dahi olduğunu, ama çıplak, ama gerçek ve dümdüz olduğunu anlamak uzun sürmüş. Önceleri kabullenememiş -sanki bir kusurmuş gibi- ama sonraları onu ve dünyasını tanıdıkça hayranlık başlamış. Şimdi onunla kurduğu müthiş ilişkinin keyfini sürüyor. Oğluyla iletişimini bir tiyye alıyor ki, bir o kadar alınır hani. Siz bir de kendisinden dinleyin! :)



Kendi tanımıyla "Tek Kişilik Naif Gösteri" dediği gösterilerinin şimdiden çok fazla ünlü konuğu da oluşmuş. En çok da Bülent Emrah Parlak, Burcu Gönder, Gülhan Tekin gibi oyuncular, Vecdi Çıracıoğlu, Barış Yarkadaş gibi yazarlar, şairler ve diğer alanlardan sanatçılar ile başta öğrencileri olmak üzere bir çok izleyicisi ve hatta seyircileri arasından çokça müptelası oluşmuş. Neredeyse her gösterisini izlemeye gidenler var.
Bu konuda zirvede duran çok az yetenek olduğunu, onların da çok başarılı olduğunu düşündüğünü söylese de, bir şeyin altını ısrarla çiziyor. Ona göre O, güldürürken düşündürmüyor. O, güldürürken öğretiyor. bu yüzden vaat yok diyor, bilgi ve lezzet var. Komedi var. Keyif var diyor. Doğrusu bunu ziyadesiyle yaşatıyor da...  Bunun için de kendine çok güveniyor. Ne diyelim, yolu açık olsun. Büyük bir boşluğu dolduracağa benziyor. Bizden söylemesi. İzlemeye, görmeye değer. Hele gülmeğe fazlasıyla değer.

11 Eylül 2012 Salı

Ellerini Yüzlerinde Unutmuşların Toprağında...

Bugün buraya, Roma'da yaşadığım zamanlarda tanıdığım ve tanımış olmaktan da daima gurur duyduğum sevgili arkadaşım tıp doktoru, diyetisyen ve kendisi kabul etmese de bence ziyadesiyle yazar Mehtap Pasin'in yazılarından birine, 21 Ocak 2010'da yapmış olduğum bir yorumu koymayı uygun gördüm. Yazıyı paylaşmayı zamanın ruhuna nasıl da denk geldiğini üzülerek gördüğüm için ve bu denkliğin beni ziyadesiyle hırpaladığını da aktarabilmek için gerekli gördüm. Zaten okuduğunuzda sizlerin de hak vereceğinden hiç kuşkum yok.

Aşağıdaki yazıda da göreceğiniz üzere bu coğrafyanın kadınları 'Cefa Kalesi' gibidir. Onların omzuna yüklenmiş zulüm, yeryüzünde hiç bir canlının omzuna yüklenmemiştir. İşte o kadınların toprağında büyüyen bu cefanın artık tak dediği yerdeyiz. O kadınlar ki; her gün yeniden yaralanıyorlar, yeniden sırtlanıyorlar acılarını. Onun için onlardan başka bu acıları durdurabilecek hiç bir güç tanımıyorum. Olmayacak da...

Bir not: Hazır söz oraya gelmişken, Roma'daki günlerimin büyük bir kaç armağanı olmuştur benim için. Onlardan biri hiç kuşkusuz Dr. Mehtap Pasin'i tanımış olmamdır. Bunu bugün daha iyi anlıyorum. İleriki yazılardan birinin konusunu doğrudan Mehtap Pasin'e ayıracağım için şimdilik sözü uzatmayayım. 

İşte o yazı-yorum. Ne bir eksik, ne bir fazla...


Ellerini Yüzlerinde Unutmuşların Toprağında...

Biz, ellerini yüzünde unutmuşların toprağında; yüzünde ömrünün cefası kadar çizgiler büyütmüş kadınların koynunda duruyoruz.
Her zaman değilse bile, hiç durmadan ve ısrarla yalnızlaşan ve yalnızlaştıkça çelikleşen kadınların koynunda duruyoruz.

Biz kimseciklerin olmadığı karanlıklarda koynunu hüzne açan, hüzünlendikçe içine akan yaralarla boğuşan kadınların koynunda duruyoruz.

Böyle bilge lafların erbabı olmak için çocukluğunu bilmeden anneliğinden usanmış kadınların koynunda duruyoruz.

Biz onların koynunda durdukça onlar acılaıyla ve yalnızlıklarıyla bakıyorlar yüzlerimize.

Biz nerden bilelim yaşımızı...?

Onlar biliyorlar mı nasıl büyüdüklerini, onlar biliyorlar mı Floransa'da bir yeşil tepede sarı sarı açan kantaronun tanrıyla ilişkisini?

Onlar biliyorlar mı Nice'de, bir ikindi vakti, kocasını otel odasında bırakmış, kumların üstünde kızaran aşkıyla yıldızların, akşamın koynundaki sevgiliyi?

Onlar nereren bilsin 60'ların zalim, 70'lerin hain, 80'lerin kimliksizlik olduğunu...
Biz yaşımızı bilmiyoruz elbette.

Bizim kadınlarımız bilmiyorlarki yaşlarını, annelerimiz, ninelerimiz,ak güllerimiz, akça sevgililerimiz bilmiyorlarki yaşlarını...

Onlar yaşlarını öğrenene kadar...

Sahi biz kaç yaşındayız, siz kaç yaşındasınız şimdi..?


3 Ağustos 2012 Cuma

Sonsuz Unutuş'un Sırrı



Ben kitaplardan topyekün etkilenen biriyim. Onların sırlarını, yazarın dünyasından bağımsız olarak algılar, her eserin içinde kendine özgü bir dünyanın durduğuna inanırım. Bunun için kitapların bazılarının dilinden, bazılarının temâsından, bazılarının kurgusundan etkilendiğimi söyleyebilirim. Kiminin konusu ilgimi çeker, kiminin hikayesi... Ama bazıları vardır ki, bambaşka tat verir; hislerim onların gerçek edebiyat eseri olduğunu söylerler. Edebiyat dediysem, sadece yazın demiyorum. O kitaplar bana sanatın bir parçası olduklarını söylerler. Bayılırım o türden kitaplara, saygım büyür, yazarlarına hayranlık duyarım. üstelik bunların bazıları benim kuşağımdan birilerinin elinden çıkmış da olurlar. O zaman daha bir mutlu olur, daha bir coşkuyla okurum. Tam da bu anlatmak istediğim niteliklere sahip, meramımı ciddiyetle karşılayan eserler okudum/okuyorum şu sıralar. Özellikle de öykü ve anlatı türünden. 

Nitekim son zamalarda birbiri peşi sıra yayımlanan ve benim de lezzetini ala ala okuduğum öykü kitapları yayımlandı edebiyat dünyamızda. Bir çırpıda isimlerini sıralayabileceklerimi düşündüm de hayli kalabalık bir liste geldi aklıma. Elbette bunların hepsini burada sıralayacak değilim. Bu yazıda değinmek istediğim kitap ise gazetecilik ve yayıncılık da yapan şair Kadir Aydemir'in "Sonsuz Unutuş"u olacak. 

Sonsuz Unutuş, kısa kısa ama sonsuz çağrışımlarla kurulmuş bir eser. Daha başından itibaren şiirle ilişkisi seziliyor, yarattığı evren dilden başlayarak anlatım tekniğine kadar şiirsellikle ve bir ana hikayenin içinden kesitler halindeki pasajlarla besleniyor. Bunun için eserin tanımına ilişkin şerhim var. Bu şerhimi yazının ilerleyen aşamalarında vurgulamaya, açmaya çalışacağım. Şimdilik sadece eserin kendi evrenine bakmakla yetinmek istiyorum.

Crispin Sartwell, Yaşama Sanatı adlı çalışmasında "Sanat, bilmenin bir modeli ve bir yöntemidir" diyor. Yalın ve kolay anlaşılır şekilde söylenmiş bu cümle, büyük bir tanımlamanın derinliğini anlatır bize. Bir sanat eseri olarak ortaya konulmuş her çalışmanın, aynı zamanda o sanatın bir bilgisinin olmasını ve o bilginin belli bir yöntemle ortaya konması gerektiğini işaret ediyor. Zira bilginin karşıladığı ihtiyaç hem biçime hem içeriğe ilişkin sorumluluklar üstleniyor ama anlatım tekniği, dilin kullanılışı, kurgu vb. özelliklerinse yöntem potasının içinde durması gerektiğini vurgu yapıyor. 

Bu referansla Aydemir'in Düşler ve Ayrılıklar olarak 2 bölüm ve 38 kısa öykü(!)den oluşan Sonsuz Unutuş'u, beli bir bilginin özgün bir yöntemle işlendiğine işaret ediyor, diyebiliyorum. 

Kadir Aydemir, bildim bileli sözcükleri tasarruflu kullanan bir edebiyatçıdır. Şiiri de denemesi de böyledir. Hikayelerinde de bozmamış geleneği, tavrından taviz vermemiş. Sonsuz Unutuş'ta bize gösterdiği o ki; Aydemir, öyküde de şiiri gibi hassas ve israftan uzak bir dikkatle yapıyor işini. Zaten iyi edebiyat gevezelik yapmaz, lafzın suyunu çıkarmaz, canına okumaz; uzun anlatacak derdi varsa bile onu tasarruflu ve çarpıcı bir yöntemle yapar. Bunun için benim yegane kabulüm sözün tasarrufudur ve Aydemir, ziyadesiyle imtina göztererek kanaatime gerçeklik kazandırmıştır.

Sonsuz Unutuş'ta kısacık ânları, yaşanmış olanın içinden pasajlar şeklinde ve büyük bir ustalıkla parça parça aktarmayı seçen Aydemir, bütüncü dili, çalışılmış yöntemi ve iç titreten kopuşlarıyla yoğun bir "yarımkalmışlık" duygusunu işliyor. Hikaye ettikleri aslında birer hikaye değil, yarım kalmış hikayelerin tanıklığı ya da o hikayelerin mahremine ilişkin en masum kesitleri aktarıyor. Anlatılan her şey başlangıçlardan ve sonlardan azade olarak aktarılmış. Sıradışı ve çarpıcı kesitler, adeta birer fotoğraf karesinden alınmış detaylar gibi ışıltılı ve zengin izlekler yaratıyor ama asla resmin tamamını vermiyorlar. Bunun için de ziyadesiyle gizemli, ziyadesiyle sırlı fragmanlar halinde lezzetli ve çağıran bir atmosfer yaratıyorlar. Denilebilir ki, Sonsuz Unutuş'ta yoğun terkedişler, eksik aşklar, doğanın, denizin ve gecenin hünerleriyle zenginleşmiş bir anlatım egemen kılınmış. Pırıltılı ve naif. Aydemir'in küstahlık yapmayan tarzıyla taçlanan bu kısa öykücüklerin daha çok kısa pasaj tadında okunması gerektiğini inanıyorum. Bu yakıştırmayı yaparken de Benjamin'in aşağıda aktardığım ifadesinden güç alıyorum.

W. Benjamin, Pasajlar adlı ünlü çalışmasında; "Eskiden beri sanatın en önemli görevlerinden biri, eksiksiz karşılanabilmeleri için zamanın henüz erken bulduğu istemleri üretmek olmuştur. Bunun için her sanat biçiminin geçmişinde bunalımlı dönemler vardır; bu dönemlerde söz konusu biçim, zorlamasız olarak değişik bir teknik konumunda, başka bir deyişle, yeni bir sanat biçimi içerisinde ortaya çıkabilecek etkilerin gerçekleşmesi için zorlamada bulunur" diyor. Bu saptamanın karşıladığı büyük zorlamanın bir anlamı da bir türün diğer bir türün içinden çıktığı şeklinde okunabilmesidir. Sözün burasında yukarıda belirttiğim şerhe atıfla diyebilirim ki, Aydemir'in Sonsuz Unutuş'u, bana göre biraz öyküyse, biraz da pasajdır ve kanaatim o ki, bu çalışma sadece kısa öykülerden oluşmuş diyebileceğimiz bir eser değildir. O nedenle eserin okuması sadece kullanılan hikayeci dili refere edilerek yapılamaz, aynı zamanda tematik bilinci ölçü alınarak yeniden konumlandırılabilir. Bizim edebiyatımızda pek karşılaşmadığımız bu tür, şairin haikuya gösterdiği yoğun ilgi ve yaptığı teorik okumaların etkisiyle ortaya çıkmış olmalı. Bu da ziyadesiyle başarılı, ziyadesiyle özgün bir eserle tanışmamızı sağlamış görünüyor.

Kadir Aydemir
Sonsuz Unutuş
Yitik Ülke Yayınları
2012

12 Haziran 2012 Salı

Kendi Edebini Başkasının Edepyerinde Aramak!



Bir düş'ün içindeyim. İçindeyim kimden gelmişse bilmediğim bu zulmün. Hangi rica ile inşaa olunmuşsa bu zalim düzlüğe oyulmuş bu karadümen, durup dinlenmeden kedere götürüyor hepimizi. İnsan nasıl bu kadar gönül verebilir ki kendi ölümüne? İnsan nasıl insan olabilir ki, başkasının nefesine bile hürmet edemezken..! Ne yaz dinliyor mevsimlerin ihaneti ne bahar... Garip bir tezahürü var ömrün, neresinden tutsan orası ahü zar...


İçindeyim bir düş'ün! Etrafımda kendi canıyla, kendi nefesiyle hapis yaşayanlar... Çırılçıplak kuşatmışlar kendilerini, durmadan bir zulmü örüyorlar göğe doğru. Bir düşün ve bana da iki çift laf et ki, sefam olsun, öpeyim; öpeyim ben de bir kıymık huzurun eteğinden, bir dilin alfabesinden... 

Bir tarihin saklı kalmasından daha büyük ihanet olabilir mi? Bir kalbin en sevdiği cana hürmetinden... Durmadan bir halkın kadimlerine kastediyorsak, durmadan bir vatanın bir yüzüne dolu olup yağıyorsak, durmadan "bir dağın kalbini oyuyorsak" huzur derin bir saçmalıktan başka ne olabilir ki..!

Evet, durmadan bir dağın kalbini oyuyoruz ve huzur derin bir saçmalıktan başka hiçbir şey anlatmıyor... Huzur, kimin için, hangi yakasında bir gül var ki bu toprağın kaderini yazanların..! Büyük bir mecazdır etrafımızdaki her şey. Herkes bir yalan... Her kul kimliğinden kopmuş bir meczuptur bu coğrafyada. Hiç bir bilge itiraf edemez bu gerçeği..! Hoş bu toprağın bilgesi de bulunmaz ya, neyse.!

İki yakası bir araya gelmiyorsa canından başka sermayesi olmayanın, her şeyi parayla ölçenlerin vicdanında kara bir ur gibi dolaşmaktadır sözcükler. Namusu bacaklarının arasındaki et sananların, mahremiyattan anladıkları kadınların kalçasıyla tanımlanmışsa, anlatamazsınız..! Hiçbir şeyi, hiçbir dille anlatamazsınız..! Kendi hürmetini, kendi iffetini, kendi kelamını başkasının etiyle anlatanların, nefsiyle ve nefesiyle barışması imkansızdır..! İzan, hakkı iffetin terazisiyle tartmaya başlamışsa, her kul bir yamadır dar'ül dünyaya. Zira hayatımızdaki en edepsiz yer evlerdir. O evler ki en rüsva şehadetiyle sınanır kulların. O evler ki en edepsiz yeridir baskılanmış arzuların. O evler ki en tekinsiz ovasıdır namusun/namussuzların! Sokaktan elini çekemeyen bir illetse eğer tarz'ı nazarı bir milletin, hiç durmadan ve hiç bir zaman temizlenmeyecek kadar kirlenir arkası duvarların... Asla bilemezsiniz hangi kirin içinde yürüdüğünüzü, asla öpemezsiniz sevdiklerinizi, mahremsiz, içten ve tahrikten azade, sırf içine sevginizi bıraktığınız can olduğu üzre... Eğer aklınızdan çekmezseniz şehvetinizi, eliniz hep cünup dolaşacaksınız, üstelik kendi edepsizliğinizin ebcetini başkasının edep yerlerine bakarak anlatmaktan... Kendinizle ve hiç durmadan kirleneceksiniz..!



10 Nisan 2012 Salı

Nafile..!


Eyy dehasını kindarlıkla taçlayan nemrut, git kendi güneşine bak bakalım hangi suda solmaktadır ateşi.! Fersiz ve ifrittir biçare kalbin.!

Kalp ki kederli bir kervansaraydır. Kâh sema döner, kâh semaya döner yurtsuz yolcular için, maşuk ve bihüner'i rızadır!

Oysa sen, âmâ değil sağırsın.! Ehven'i şer bilip kalp sandığın o eti, ha meyhanede bir badeye, ha ibadet'i medreseye bırakmışsın.! Ne fayda..!

Bil ki yüreğini bir top ateş gibi elinde tutan analar var kuytularda, gizleyip gözyaşlarını durmadan karanlığa bakarlar, tek tesellileri sessizlik... Ama nereden bilsinler ki karşılarında duran taşın gölgesinden ibaret... Taş bile değil, gölgesinden ibaret..!

Elleri hep göğüslerinde, secdeye varacakmış gibi hiç durmadan yakaranlar var... Karanlığın sınırlarını bilenler... Suyun hışmını, kışın açlığını bilenler var... Ama hiç bir zulüm bunca dövmedi kalplerini..! Sofralarında hep bir ahh var! Sen bu ahh'ın intizarısın, elleri hep yakanda, ellerin hep kanda kalacak... Anlamayacaksın..!

Sana da değdi mi bu rüsvalığın yeli, senin de kolundan tuttu mu bu riya bilinmez... Ama malumun ilamıdır; yolu durmadan tanrıya çıkan sözler var etrafta, hiç bu kadar ucuzlamamıştı yaratanla ilişki... Göremedin, göremeyeceksin de... 

Ben ki insana dair olan her acıdan kendine pay çıkaran bir faniyim, böyle sahtelikten çektiği kadar hiç bir acıdan çekmedi cânım... Bu senin eserindir, bunu sen pelesenk ettin tebaana, öyle yarandılar, öyle yaranacağız sandılar, anlayamadın, anlayamayacaksın da..! Zira senin dalkavukların var, koynunda kararmış cevherleri, ellerinde görünmeyen namlularla...

Şimdi her kul kendi ihanetinin çukurunda ille bir rüsvalığın, ille bir cünup rızasızlığın anıra anıra ırzına sokulmakta... Oysa senin kararttığını sandığın o ışık var ya, o ışık illa ki doğudan doğmakta, illa ki doğacak da... 

Bencileyin bir serencamdır bu kadim nefes, bencileyin bin sâl'i endamdır... İster reaya'ya de, zenaata, esnafa, ehl'i ilmiyeye, ulemay'ı medreseye zindan revadır de, ister kalemiye ihanetin kaderinde de, nafile... 

Oturduğun yer Divan'ı Hümayun olsa, sen de Hünkâr'i Âlem, ne fayda... Bil ki heves değil hürriyettir, nefesten evladır; bilmen lazımdı, bilemedin, bilemedin ne fayda...