28 Ocak 2012 Cumartesi

YARIN BUGÜNDÜR



Günler oldu ki, tek satır yazı yazamaz oldum. Yazma yeteneklerimi yitirdiğimden yahut aczimden değil elbet. Bildiğim bütün insani sözcükler kullanılarak yaratılan cehennemden tiksindiğim için. Benim insanlığa ait sandığım sözcüklerle bir büyük insandışılık yaratıldığı için. Bir yazar üretimine yabancılaşabilir mi, yabancılaştım. Bir şair şiirden kopabilir mi, koptum. Bir insan en sevdiği şeye küsebilir mi, küstüm. Elime kalem almak bile zül geliyor artık. Utanıyorum. 

Öyle çok, öyle insafsız zulümler içindeki ülkem, sadece incinmiyor, ürperiyor, kanıyorum da. Durmadan. Durmadan kanıyorum. Artık yazmak da yazmanın yarattığı kir de beton soğukluğla iliklerime kadar işliyor. Kemiklerimden, hücrelerimden üşüyorum. Yazık! Ne oldu da her şey bir pislikten arınmaya başlamışken üstelik, bir ülke kendi kirli, lekeli geçmişinden arınırken bataklığı seçti. Neden büyük bir acizle iyice kirlenen, iyice yıpranan bu karanlığa koştu. Üzerindeki pislikten arındıkça içeriden yeni ve daha koyu, daha karanlık lekelerle çıktı ortaya. Kat kat giyindiği geçmişini soyundukça altından daha da kirlenmiş, kiri katmer bağlamış hikayesini boca ediyor. Şaşkınım. Anlatamayacağım kadar şaşkınım.

Büyük haksızlıkların, hukuksuzlukların içinde az da olsa birileri bir şeyler söylemek zorunda kalıyor. Bize de bununla yetinmek, onun cılız çırpınışıyla pırıltılı bir sayfa açmak için debelenen çabasıyla idare etmek kalıyor. Türkiye yazarlar Sendikası (TYS) de o birilerinden biri. Yüzlerce yazarın emek bileşeni olarak son sürecin sancılarına ilişkin rahatsızlığını bir kamuoyu açıklamasıyla ortaya koyuyor. Aşağıda bu açıklamayı tek satırına dokunmadan dikkatinize sunuyorum. Hem TYS'nin en genç üyesi ve Dış İlişkiler ve Çeviri Yar Kurulu üyesi olarak kem de bir yurttaş olarak bunu önemli buluyorum.


YARIN BUGÜNDÜR
  En büyük acılar, kaygılara döndü
  Ölüm çanları kimin için çalıyor soran yok
  Doğru insanların ömrü tükeniyor
  Başına takılan çiçeklerden daha çabuk
  Hasta olmadan ölüveriyor insanlar.
                  W. Shakespeare (Macbeth’ten) 
         Hitler’in propaganda subayı Joseph Goebbels, yakmak için Berlin meydanlarına yüzlerce kitap yığmıştı. Kitaplarının bu dağ yığınında olmadığını gören bir yazar şöyle haykırıyordu: “Benim kitaplarımı neden yakmıyorsunuz?” O kitaplar içinde olmak her yazar için bir onurdu. Çünkü kara propaganda, Nazi Almanyasında Faşizme karşı direnmeyi öğretmişti onurlu aydınlara.
       Diktatörel her iktidar, kendi kara, kanlı egemenliğinin sözcüsü bir Goebbels yaratmıştır. Siyasal-toplumsal esenliğimizi sağladığını savlayan bu sözcüler, toplumsal-siyasal-kültürel yaşamın her alanına karışmayı “geleceklerinin bekası” için zorunlu görürler. Heykelleri yıkarlar, filmleri yakarlar, kitapları yasaklarlar.
       Böylesi günlerden geçiyoruz. İktidarın kültüre saldırısı, geçtiğimiz günlerde bir bakanının sözleriyle görülmüştü. Bir cunta generalinin ağzıyla konuşan bakanın sözleri, bugünün kara siyasetinin gerici “kültür terörü”nün de göstergesiydi.
      Sanata, kültüre yönelik saldırıların yeni olmadığını biliyoruz. Kendileri gibi düşünmeyen herkesi susturmak istiyorlar. Tehditle ya da ölümle. “Köpeklerin bırakılıp taşların bağlandığı” bir ülkede yaşıyoruz.
     Hrant Dink’in beş yıldır süren davasından çıkan kararla da bir kez daha gördük bu oyunu. Derin devlet, derin nimete çevirdi katillerin geleceklerini ve vicdanlarımızı yaralayan bir “yargı terörü”yle siyasallaşan adaleti ülke tarihine armağan etti.
     Öte yandan da ülkenin başbakanı, kendi düşüncelerinin taşıyıcısı bir gazetenin yıldönümü gecesinde tüm muhalif basını yeniden karşısına aldı. Onları “darbecilikle, tacizcilikle, polis katilliği” ile suçladı. Basın, ifade ve düşünce özgürlüğünün başbakanın siyasal öfkesine kurban edilmesi bizleri bir kez daha yaraladı.
    Yurttaşını düşman bilen bir yargının, siyasal iktidarların eli kandan asla kurtulamaz. Uludere’deki halk kıyımı, Diyarbakır İçkale’de derin devletin JİTEM toplu mezarları, Mutki’deki ölüm çukurları da böyle söylüyor. Dersim kırımından özür dileyen bugünün iktidarı, 1915 Nisan belleğini ve seksenlerin, doksanların yargısız infazlarını, gözaltında kayıplarını silmiş görünüyor.  
    Halkın iradesiyle yönetime gelen belediye başkanlarını, onurlu gazetecileri, avukatları, aydınları kendi rejimi için tehdit gören bir iktidarın ülkeyi götüreceği, götürdüğü yer, diktatörlük değil midir?  
     Biz yazarlar; bu siyasal, yargısal, toplumsal baskıların ülkemizin kara yazgısı olmadığına inanıyor ve bu kuşatmaya karşı yazarak, düşünerek direneceğimizi bir kez daha kamuoyuna duyuruyoruz.     

--
TÜRKİYE YAZARLAR SENDİKASI
0212 259 74 74
0538 452 86 42

13 Ocak 2012 Cuma

Sanal Toplum’da Birey Olmak!

Birey olmanın temel mantığı, insanın toplum içinde ve toplumla birlikte var olabilmesiyle açıklanır. Bir başka ifadeyle; birey topluma rağmen anlam üretemez. Zira bireyden bahsetmenin bütün mantığı, onu anlamlı kılacak daha geniş, daha karmaşık ilişkilerin olduğu toplumsallıkla mümkündür. Bu hep böyle olmuştu/r. Oysa internetin keşfi, sadece iletişim tarihinde büyük kırılmalar yaratan, makro ilişkilerin mikro düzeylerde ve tekil katılımlarla düzenlenmesine yer açan bir devrim olmadı.  Aynı zamanda toplumsal olanın daha moleküler güçler karşısında erimesine ve bununla birlikte istendiği zaman küresel ölçüde yeni tip ilişki ağlarının örülmesine, yeni tip örgütlenmelerin oluşmasına da olanak sağladı.

Uygarlık tarihinin Neolitik Devrim ve Sanayi Devrimi sonrasının en büyük üçüncü devrimi olarak tanımlayabileceğimiz İnternet Devrimi, hayatın bütün katmanlarına etki edip, topyekün yerel ve evrensel ilişkilerin yeniden düzenlenmesine de sebep oldu. Ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel ve sanatsal bütün alanların yeniden tanımlanması ve dizayn edilmesini de kapsayan bu devrim süreci, bütün büyük devrimlerde olduğu gibi insanlığa yeni olanaklar, yeni ufuklar açarken, bir taraftan da bu sürece uyamayacak gelenekselleşmiş olan birçok alışkanlık ve değeri de alt üst etti. Hala ve hızla değişerek devam eden bu süreçte yaşanan her şey insana ve onun dahil olduğu doğaya ve hatta evrene içkin olarak yaşandı, yaşanıyor. Elbette bütün bu süreçlerde en çok etkilenen yapı, “toplum ve toplumsal yapı” oldu. Zira toplumsal etkilenmenin en belirgin değişimleri, toplumsal bedenin hücreleri olarak tanımlayabileceğimiz tek tek bireyler üzerinde yaşandı. Bu süreç, tanımları değiştirirken yeni tip bir bireyi de yarattı.

Bahsi geçen bu yeni bireyin bütün evrenlerini, bu devrim sürecinde nasıl bir değişimden geçtiğini, coğrafyalarla tanımlanan sınırların yaratılan pasif görünümlü birey tarafından nasıl anlamsızlaştırıldığını ve daha çoklarını derinliğine işleyen çalışmalar da yapıldı, yapılıyor ve yapılacak da. Bu yazımızda bu çalışmalardan birinden; “sanal toplumda birey olmak” meselesini ya da sanal çağın yarattığı bireyi anlatan bir eserden bahsetmek istiyorum.
Sanal dünyanın yarattığı yeni tip bireyin, kendini yaratan koşulların ve yeni dünya algısının nasıl olduğunu, sınırsız ve engellenemez iletişim biçiminin hangi dinamiklerle var olduğunu ve bu unsurların nasıl bir insan tipini yarattığını akademik bir araştırma olarak anlatan kusursuz bir eserden bahsetmek istiyorum. Ama önce eserin sahibinden kısaca bahsetmem gerektiğini düşünüyorum. Yazarın adı: Ben Agger. Sosyolog. Akademisyen.

Ben Agger, Texas Üniversitesi'nde Sosyoloji ve İnsani Bilimler Profesörü ve Kuramlar Merkezi Direktörü’dür. Önemli çalışmaları arasında Batı Marksizmine Eleştirel Bir Giriş (1979), Ismarlama Çelişkiler ve Çatışmalar Aracılığıyla Oluşan Sosyal Sorunlar (1982), Bir Disiplin Okuması Olarak Sosyo(onto)loji: (1989), Hızlı Kapitalizm: Eleştirel Teori’nin Önemi (1989), Kamu Yaşamının Eleştirel Teorisi: Düşüşün Çağında Bilgi, Söylem ve Politika (1991), Söylem Hakimiyeti: Frankfurt Okulu’ndan İtibaren Postmodernizm (1992), Eleştirel Kuram Olarak Kültürel Çalışmalar (1992), Toplumsal Cinsiyet, Kültür ve İktidar: Postmodern Eleştiri Kuramına Feminist Bir Giriş (1993), Eleştirel Sosyal Kuramlara Giriş (1998), Toplum Sosyolojisi: Sosyal Bilimlerden Edebiyat Akımlarına (2000), Çağdaş Bir Sosyoloji olarak Sanal Benlik (2004) gibi yayımlanmış kitap çalışmaları ve sayısız makale, seminer ve çeşitli kongre ve konferanslarda yapmış olduğu sunum bulunmaktadır. Agger, modern zamanların en etkili sosyologlarından biri olmasını, kültürlerarası iletişim, aile, sosyal değerler sistemi, kültürel ve ekonomik çeşitliliğin analizi, sanatsal ve edebi etkileşimin çeşitliliği ve Maksist eleştirel kuramın yeni ve modern bir yorumunu yapmasından alır. Agger’in sosyolojisi klasik sosyoloji kuramlarının ötesinde bir çabayla yeni tip insanı ve sanal ilişkileri tahlil ederek ilerler. Bunu yaparken de hiç kuşkusuz “Sanal Benlik”in ilk temsilcileri olarak nitelendirdiği yeni kuşağı; yani kendi öğrencilerini kendisinin en büyük yol göstericileri olarak görür.

Eseri Türkçe’ye Volkan Hacıoğlu aktarmış. Hacıoğlu da Agger gibi bir akademisyen. 26 Eylül 1977’de İstanbul’da doğmuş. İ.Ü. İktisat Fakültesi, İngilizce İktisat Bölümü’nü bitirmiş. Aynı bölümde Yüksek Lisans yapmış ve 2006’da New York Eyalet Üniversitesi, Sanatlar ve Bilimler Koleji, Ekonomi Bölümü’nde burslu olarak doktora programına başlamış. 2010'da doktor unvanını almış. Hacıoğlu halen İ.Ü. İktisat Fakültesi, İngilizce İktisat Bölümü, İktisat Politikası Anabilim Dalı'nda Öğretim Üyesi olarak çalışmalarını sürdürmekte.


Gelelim Agger’in derinlikli çalışması Sanal Benlik’e. Ben Agger, çağdaş sosyoloji ve toplum üzerine yaptığı bu çalışmayı, daha önceden yazdığı diğer herhangi bir kitabımdan ziyade, verdiği derslerden oluşturduğunu vurguluyor. Bu kitaptaki fikirlerini, internetin toplum ve kültür üzerine olan etkilerini derinliğine araştırırken ders olarak anlattığı sunumlardan oluşturduğunu yazıyor. Yazara göre ders verdiği öğrencilerinin kendisinden daha fazla uzmanlaştığı konulardır bunlar! Zira onlar, “Sanal Benlik”lerin ilk kuşağıdırlar.

Ben Agger, Sosyoloji ve beşeri bilimler derslerinde kullanılması tasarlanan Sanal Benlik’i, benlik, teori ve kültür konularına ilişkin bir kavram olarak tanımlıyor. Ona göre “Sanallık, benlik ile toplum ve disiplinler arasındaki engelleri kaldırmaktadır. Bunun bir üst tarafı ve bir alt tarafı bulunur. Yapısalcı ve entelektüel farklılaşma, kimliği ve kalıcılığı ortaya çıkarmaktadır.” Bununla birlikte “ne yazık ki, postmodernistler arasında kötü bir kelime olan ve Hegelcilerin totalite (bütünlük) olarak kullandıkları, disiplinler arası bilgiye olan gereksinim giderek daha çok artmaktadır.” Bu nedenle güncel kalabilmek için, sosyolojinin kapılarını dışarından gelen entelektüel etkilere açması gerekmektedir.”

Sosyolojiyi oluşturan konular hakkında, meslektaşlarıyla giderek daha fazla anlaşmazlığa düştüğünün altını çizen Agger, “Onlar sosyolojiyi bir araştırma yöntemi, bir bulgular bütünü, öneriler varsayımı olarak görüyorlar. Ben sosyolojiyi insan yaşamlarının, anlatıldığında özgürleştiren öyküsü olarak görüyorum. Ama bu sadece yaşamöyküsü ya da özyaşamöyküsü değildir; benlik ile sosyal yapıyı yaratıcı bir biçimde ilişkilendiren kavramsal bir çalışmadır. İnsan yaşamını gökten düşercesine değil de; çalışan, etkileşimde bulunan ve söylem üreten insanlar tarafından sürekli olarak yapılandırılan daha büyük sosyal güçlerden oluşan koşullar içinde anlamaktır. Bugün söylemin önemli bir bileşeni İnternet kullanımıdır,” diyor.


http://www.gercekgundem.com/?c=68383