24 Şubat 2011 Perşembe

Allianoi Sular Altında Kaldı..!

Allianoi'da hatıralarım boğuluyor... Bileniyorum ama onlara benzemek zül gelir.

Kırgınım, bütün cümlelerin arkasında iki nokta gibi.. Konuşmak ağır geliyor, susmak istiyorum. Susmak ağlatır adamı, adamlar ağlarsa sarsılır dünya...

Bu yüzden hüzünlüyüm, dağılmış bir avuç kızılcık gibi...Tamamlayamadım kendimi..

Acının yarattığı sırattayım..! Sıkılmakla gitmek arasında bir şey.! Keskin ve kırılgan..! Ve sınıfta kalmış bu büyük acının talihsiz özlemi içreyim.! Dursam yangın olurum, dursam bir ateş topu olacak her yer. Dursam anlamaz bu aptalların aklı, durmayı susmaktan anlayacaklar, biliyorum. Gitmek istiyorum bu duygunun içinden. Bir uzak sevmenin keşfini tatmak elzem oldu diyorum.

Gitmek iyidir..!

Yoksa her yerde duran bu çamur bizi de kirletecek...

Allianoi Sular Altında Kalmasın! - Beyoğlu


23 Şubat 2011 Çarşamba

Egemenlik, Ortadoğu ve Halkların Yazgısı… ve Yukarı Deniz’in hikâyesi


Egemenlik, bilindiği üzere, sahibine bir işin yapılmasını emretme, o işi yasaklama ve/veya kendisine boyun eğen insanların işlerini yönlendirme ya da yönetme iradesi/yetkisi bahşeder. Bu yanıyla egemenliğin taşıyıcısı olan temel iki dayanaktan bahsedilebilir. Bunlardan birincisi tanrısal inayet diğeri ise yeryüzü egemenlerinin sistemlerini kurarken oluşturdukları yasalardır. Egemenler, bu her iki temel taşıyıcının uygulama aşamalarında mümkün mertebe her ikisinin de bir biriyle gizli/açık bağlarının olmasını ve aynı zamanda birbirine hizmet eder nitelikte vuku bulmasını önemserler. Tanrısal olanın, egemen olan iradenin işini kolaylaştıran yasalarla uyum içinde tasarlandığı; egemen olanın ise tanrısal olanla daima iyi geçindiği tarihsel süreç içinde malumdur. Bunun en arkaik olanları, tanrıların insanların bedeninde tasavvur olunduğu zamanlara kadar gider. Tarihöncesinin bu tür tasarımlarla dolu olduğunu, ilk Şamanlardan başlatabilir, yerleşik toplumun ortaya çıktığı zamanlarda kabile reisleriyle ve devletleşmiş ilk toplumlardaki tanrı-kral ikonuyla en üst sınırına ulaştığıyla örnekleyebiliriz. Öyle ki; bunu bilmeyen bizden değildir. Cüheladır.

İnsan toplulukları, çoğunlukla kendilerine öğretilmiş olanı hisseder ve onu konuşurlar. Bunu yaparken asla öğretilmiş olanın tuzaklarından, uzak ya da yakın çağrışımlarından haberdar değildirler. Bu nedenle onları kendi hastalıkları ve yanlışlıklarıyla yüzleştirmek çok kolay olmaz; ne bunu kabul etmek ne de bu yanlışlıklar tragedyasında uygun dili bulmak kolaydır. Zira halkların tarihi, başka halkların tarihinin enkazı üzerine kuruludur. Sümerlerin enkazları üzerinde Babil İmparatorluğu, Babil’in ihtişamlı tarihinin üzerinde Asur’un siyah saçlı zulmü yükselir. Hititler’in küllerinden başka imparatorluklar, Urartular’dan Medler’e oradan Persler’e kadim halklar serpilir yeryüzüne. Antik Yunan’ın enkazı; İskender’in zulmünü doğurmuş, Helenizm’in küllerinden Roma zerk olunmuştur. Anadolu kendi yıkıntılarından onlarca kültür, sayısız imparatorluk yaratmıştır. Her birinin tanrıları, her birinin mitleri, her birinin tapınakları olmuştur. Osmanlı’nın Selçuklular’dan, onların Harzemşahlar’dan ödünç aldıklarının sayısını tahmin etmek dahi mümkün değildir.

Lakin halkların tarihi; çobanları tarafından kırılıp geçirildiklerine ve kasaplarına teslim olduklarına dair tanıklarla doludur, der bir düşünür. Öyledir. Halkların tarihi kendinden başkalarını yok sayan liderlerin/iktidarların ve onların iktidarı sallandığında ağzından salyalar akıtarak azgınlaşan vahşi hayvanlara benzeyen kükremelerin fotoğraf kareleriyle doludur. Rönesans Avrupası’nın kanlı tarihinde dalgalanan feodalizmin bayrağı ile Fransız Devrimi’nin acımasız milliyetçi damarının ardında bıraktığı şey özünde aynıdır. Kan ve ölü bedenler... Yıkık, dökük hikâyeler, boynu bükük aşklar, kendine ihanet etmiş halklar…

Kanın rengi her çağda ve her coğrafyada aynıdır. Her yerde ve her çağda ölen halkların dramı bir birinin aynıdır. İktidarların ağzından boşalan salyalarla boğuşan, boğuştukça hırpalanan, yok olan insanların tarihi… Adsız ve hikâyesi unutulmuş sevdaların tarihi… Mahremiyetin ve emeğin tarihi... Onlar hep suçüstü, hep zulme yenik yakalanmıştır kendi topraklarında.

Bu tarihin Tunus’ta çakan kıvılcımı gibi, ateşin soğuk ışıltısında bedenini ölüme terk eden bir gencin yoksullukla sınavında kendini test eden modern dünyanın ötelenmiş halkları gibi, kendi oğullarının ölümü üzerinde devrimler büyütmek… Nasıl ağır… Ne büyük acı… Mısır’ın modern firavunu Mübarek’in hesaplanamayan servetinin ve karşı konulamaz tiranlığının, Libya’da Kaddafi’nin, Suriye’de Esad’ın ve diğer Ortadoğu Halklarının kalbindeki hançerlerin sökülüp atılması bundandır. Ürdün, Bahreyn, İran bundandır… Bu modern zamanların zulmüne isyanın cevabıdır. Bu kavgadan herkes payına düşeni almalıdır. Payını almayan bizden değildir. Biz o uçsuz bucaksız insanlık tarihinin içindeki zavallılarız. Bizler insanız. İnsan olmayan bizden değildir. Biz insan olmanın erdemini, iktidarların mevkiinden evla addedenleriz. Biz erkin kulluğunu, tebaanın yokluğunu tarihin derin karanlık çöplüğüne atarak, var olmaya and etmiş beşerleriz. Bilge Mihail Nuayme’nin dediği gibi; “sakınınız egemenlik putundan ve sakınınız onun “kamuoyu” adıyla tanıştırılan yandaşından. Egemenlik hiçbir şeyi kendiliğinden yapmadığını, aksine, yaptığı her şeyi kamuoyunun iradesini göz önüne alarak yaptığını iddia eder. Ancak o, bu kamuoyunu beslemeyi, geliştirmeyi ve kendi arzusu doğrultusunda yetiştirmeyi bir an bile ihmal etmez. Öyle ki; kamuoyu, kendisine karşı yumuşasa, ona karşı sertleşir yahut kamuoyu sertleşse o yumuşar. Sanki aralarındaki anlaşma sadece bir işin yerine getirilmesidir. Bu da birbirlerinin sırtını kaşımaktır.”Unutulmamalıdır ki; yeryüzü tarihinin içeriği biçimiyle uyuşmayan en yanlış kavramlarından biri kamuoyu kavramıdır. Zira kamuoyundan kasıt, çoğunluğun görüşünün ortasıdır, umumun görüşü değildir yani. Azınlık her zamanki gibi azınlık. Azınlık! Ne başa bela, ne yakılası söz. Azınlık, az olanın kâbusu. Azınlık halkların namusudur. Onu korumayan bizden değildir.

Allianoi azınlıktır. Ertuğrul Günay değil. Van Denizi azınlıktır. Ucube de Kars da azınlıktır, Başbakanlık iradesi değil. Loç azınlıktır. Vadiler, Karadeniz azınlıktır, HES’ler ve Hayatı Yazamayanlar değil, Doğa azınlıktır; DSİ, ve nükleer değil. Halklar azınlıktır, egemenler değil. Anadolu azınlıktır, emperyalizm değil. Çok eskiden söylüyordum, işte yine yine söylüyorum. Anadolu sahip olduğumuz tek şeydir ve onu korumayan bizden değildir.

Allianoi’ya borcumuz borç. Ağlaya zırlaya yazacağım onu, içimde bir şeyler kırıldığı için, hikâyemin o parçası benden sökülüp alındığı için dinmesini bekliyorum acının. Dinmesini… Ne demekse! Van Denizi’ne gelince. O lazım!

Lakin bir küçük laf edeyim isterim mesleğin içinden. “Van Gölü” diye bilinen bu kapalı havza volkan kuyusunun çok eski zamanlara dayanır hikâyesi. Sırf büyük okyanuslara ulaşmıyor diye göle vurulmuş adının Asurlular’dan kalma bir tanımı vardır. "Yukarı Deniz" denir ona bundan 3 bin sene evvelinden beri ve dahi kim bilir onun da evvelinden… Yüksek Anadolu coğrafyasının kadim kavmi Biaini’lerin başşehri Tuşpa’nın eteğine kurulmuş, sodasından ve İnci Kefali’nden ve bir de tırnak büyüklüğünde sivrisineğinden gayri mülkü olmayan bu masmavi deniz, göl değildir. Akdamar Adası’nda bir inancın mabedi, koynunda en yüksek toprakların en haşmetli, en beyaz vapurları, sodalı sarışın saçlarıyla gürbüz çocuklarını da maneviyatına sayalım. Yetmez ama şimdilik bu kadarıyla yetinelim. Ayrıca “Beré Vanê” Vanlının da yumuşak karnıdır. Allah mahfaza. İnsan göl demeye bir Biainili’nin yanında. Orası denizdir onlar için ve göl demek kasıt içredir Vanlıya. Kırılır, gücenir. Kırar ve gücendirir. Bir de bizim Van denizi aşkımıza bir not ekleyelim. Van Denizdir. Adı da eskiden beri "Yukarı Deniz." Öyle çok sevdik ki biz onu. Bir de kitap yazdık. Adına da “Yukarı Deniz” dedik. Handiyse 4 yıl oldu. Bir de duyduk ki, başkaları da belgeselini çekmiş İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden, hem aynı adla, hem bizden de evvel. İlgililere avaz’ı anons olunur! Bu minval yani.

21 Şubat 2011 Pazartesi

Korku ve refleksi...


Ölüme karar verdiği için uçurumun kıyısına gelen birinin cesaretini testedemezsiniz; fakat onu arkadan iterseniz içindeki korkuyu uyandırabilirsiniz. Ancak o zaman "korku"nun edinilmemiş bir refleksle ete kemiğe büründüğünü görebilirsiniz. Zira korku "töz"sel bir duygudur, o tözselliği ancak ve ancak "ilinik"sel bir "aşma" "karar verme" öğretisiyle aşabilir insan. Sırf bunun için bile öğrenmenin reaksiyonları "evcil"ya da"edinilmiş", genetiğin reaksiyonlari ise doğaldır diyebiliriz. Bu nedenle ontolojik olanın aynı zamanda doğuştan olduğunu bilmek gibi bir erdemi kısa sürede edinmek gerekir. Buna İtalyanca'da kısaca "La Sapienza" denir.

15 Şubat 2011 Salı

İktidarın niteliği ya da hakkın tanımındaki belirsizlik!

W.Benjamin, devrimci yargının niteliğini; “Ezilen kitleyi, salt bir kalabalık bağlamında gören bakış açısı, güvenilir nitelikte bir devrimci yargıyı temel alabilir mi?” sorusu üzerine kurar. Bu niteliğin tartışmalarını örneklerken, Victor Hugo’nun 25 Kasım 1848 yılında, Fransız Meclisi’nde yapılan tartışmalarda ortaya koyduğu bir tespitine başvurur. Hugo, ileri sürdüğü tezinde, “Monarşinin işsiz-güçsüzleri vardır, cumhuriyetinse yankesicileri…” der.

Hugo’nun bu tespiti bir düşün insanının fikirlerinden damıtılmış olmakla birlikte, gelecek yüzyılların yeni egemen sistemi olmaya muktedir bir rejimin başat trajedilerinden birinin bilge bir siyaset adamının ağzından itirafı olarak da anlaşılmalıdır. Zira Hugo, yalnızca bir düşünce insanı değil, aynı zamanda yaşadığı çağın bütün travmalarına tanıklık etmiş, o travmaların derin analizlerini yapmış bir siyaset adamıdır da. Bu tespitiyle Hugo, duyarlılıklarını kendi özgün diliyle oluşturmuş bir düşünürün, kendisi hakkında tespit geliştirdiği cumhuriyet rejiminin yeniden sorgulanmasının büyük bir pencereden görülmesini sağlayacak çıplak bir bakış açısı sunuyor bize. Sırf bunun için bile, ideal’lerimizin yeniden sorgulanmasını, o ideallere yüklenen anlamları, bir tür bağımlılıkla savunulmakta olan tercihlerimizin acımasız bir transkritiğinin yapılmasının gerekliliği Benjamin’in o ustalıklı keşfinde çıkıyor karşımıza. “Monarşinin işsiz-güçsüzleri vardır, cumhuriyetinse yankesicileri…” Ne kadar acımasız, ne kadar gerçek değil mi? Bizim cumhuriyetimize bir bakın, aklınıza kaç tane yankesicilik hikâyesi geleceğini bir kalemde sayın, şaşıracağınızdan hatta afallayacağınızdan zerre kadar kuşkum yok.

Yaşamsal gerçekliğin, verili olandan ziyade, gizil olanın deşifrasyonundaki eşsiz görme yeteneğini; bilgeliği, keskin zekâ ve renkli okuma argümanları ve bilimsel yürekliliğiyle düşün dünyasında bir yıldız gibi ışıldayan W. Benjamin, her tespitinde olduğu gibi bu örneklemde de çıplak ve çarpıcı bir tespitte bulunuyor; bununla yetinmeyip, düşüncesini belli bir tutarlılıkta ortaya koyabilmek için dozu çok yüksek, eşsiz nitelikte bir alıntıyla gerçeğin altını çiziyor.

Çok merak ediyorum, monarşinin hırsızları, cumhuriyetin işsiz-güçsüzleri olarak yer değişse, Türkiye’de, 21. yüzyıl dediğimiz bu çağda, yukarıdaki önermenin gerçekliğine muhalefet edecek kaç aklıevvel parmak kalkabilir bu toplumda? Hiç! Büyük bir “Hiç Parmak” kalkabilir! Eğer orada bir yerlerde bu önermeye muhalefet edecek tek bir Allah kulu çıkarsa, biliniz ki; o parmak, o kirli suda yüzmüştür. O menşei monarşi olan dergâhta yankesicilik yapmıştır.

Soralım öyleyse; güzelim ülkemin, yalnız ve kederli yurttaşları, bu önermedeki yankesicilerin kendilerini devralınmış iktidarlara göre el değiştiren cumhuriyetin sahipleri olarak addedenler olduklarını biliyorlar mıdır acaba? Bizi kimlerin soyduğunu, kimin halk, neyin hak olduğunu biliyorlar mıdır? Derin bir üzüntüyle altını çizmeliyim ki; o yoksul yurttaşlar, o çıplak gerçeği hep bildiler. Kuşkusuz her zaman da bilecekler.

Zira bakınız Mısır’a, bakınız Tunus’a, Fas’a, Kuzey Afrika’nın kâğıt kaplanlarına bakınız. Hepsi monarşinin hırsızları değiller miydi? Ya da değiştirelim önermemizin yönünü, bütün bu rejimlerin ismi cumhuriyet değil miydi? Bu cumhuriyetlerin hırsızları kendi egemenliklerinin yankesicisi olan birer zorbaydılar. Kendi cumhuriyetlerinde yankesici, halkın cumhuriyetinde işsiz-güçsüz birer zavallıya dönüşecekler.

Ancak kendi monarşilerinde yarattıkları işsiz-güçsüz halkların bütün haklarını gasp ederek elde ettikleri servetlerini, başka cumhuriyetlerin yankesicilerine dondurulmuş hesaplar olarak kaptırmaktalar. İşte aynı çağda, adı cumhuriyet olan monarşilerde oluşan bu büyük paradoks yeni tür bir yankesiciliğin, yeni tür bir yağmanın despotik, acımasız bütün gerçeklerini içermektedir. Böyle bir zamanın cumhuriyetinde, böyle büyümüş egemenlik alanlarının aslında halkların iradesi karşısında ne kadar zavallı, ne kadar kof, ne kadar dirençten yoksun olduğu da yine adı geçen örneklerden malumdur.

Böyle bir önermenin bize sunduğu bilinç akışının olanakları içinde durarak kendi cumhuriyetimizin haletiruhiyesiyle teşne olmaya çalışırsak ne göreceğimizi çok merak ediyorum. Devlet’i Âli’nin kadim topraklarında baş gösteren yeni arzunun, başkanlık-yarı başkanlık sistemleri üzerinde başlattığı büyük polemikle çalkalanmaya başlamışken, derdimizin yukarıda vurgulandığı üzre bir olanının bin olmaya namzet olacağı aşikârdır. Zira açık-eşkere dillendirilen tartışmaların merkezinde, modern zamanların ideal rejimi olarak sunulan cumhuriyetin, cumhurun iradesinden kotarılıp, monark bir iradeye teslimiyetini sağlamak için tansiyon yoklaması olarak zuhur ettiği cumhurun malumudur.

Böyle sistemlerin egemenlik prensipleri, toplumların özgül iradesiyle oluşturulduğunda ve demokratik seçilim ilkeleriyle uygulandığında ortaya çıkan yönetme/yönetilme biçimine demokratik cumhuriyet adı verilmektedir. Demokratik cumhuriyet, antik yunan cumhuriyet geleneğinin halk iradesine dayalı en gelişmiş biçimi olarak tanımlanır. Oysa başkanlık-yarı başkanlık biçiminde özde monark bir iradenin hâkimiyetine tekabül eden ve yetkilerin çoğunlukla tek kimsede toplandığı yönetim biçiminin ise adından gayrisinin monarşik cumhuriyet (ne demekse!) gibi ucube bir karşılığının oluşacağı gün gibi aşikârdır. O zaman karşımıza çıkan soru dünya üzerinde hali hazırda mevcut olan başkanlık sistemlerinin ne olduğu sorusu olacaktır. En güçlü cevap, tıpkı hamburger kültüründe olduğu gibi çiğnemesi kolay hazmı zor bir kültürün varlığında karşılaştığımız, ziyadesiyle obur, ziyadesiyle doyumsuz bir ABD örneğidir. Orada gördüğümüz sistemde bize uymayan reel karşılıkların olduğu unutulmamamıdır. Oradaki irade, Antik Yunan yada Eski Asur İmparatorluk geleneklerinde karşılaştığımız, periferide bağlı kentlerin ve merkezde tek bir monarkın iradesinden başka ne anlama gelir ki? Orada söz konusu olan bağlı kent geleneği, modern Amerika için eyalet sisteminden kuramsal açıdan ne kadar farklılık göstermektedir ki? Bunun Türkiye için uyarlanabilirlik kriterleri hangi ölçüde ileri sürülebilir ya da burada eyaletleşmeye tahammül yahut yönelim gerçekleştirilebilir mi?

Başkanlık sisteminin Rusya örneğindeki dramatik realite ise başkanlık sisteminin ne kadar anlamlarından âzade olduğu, Medvedev-Putin ilişkilerinden dünyanın malumudur. Bunun yanında Fransız usulü demokrasilerde zuhur eden yarı başkanlık uygulamalarının iflah olmaz sorunları ise parlamento-Sarkozy kan uyuşmazlığından gün gibi ışımaktadır. Geriye ne kaldığı ise malumunuzdur.
Sözün özü, erk’i tek bir bireyin iradesinde toplamaya meyletmiş her tür egemenlik eğilimi monarşik bir damar üzerinden kan taşır. Bu tip düşüncelerin temelinde halkların; toplumların iradesi değil, bireylerin ve o bireylerle kan ve akrabalık ya da siyasal yakınlık ekseninde beliren ilişkililerin egemenlik algısı ve anlayışı bulunur. Bu nedenle modern zamanların yeni tip imparatorluklarını yaratmak ancak ve ancak monarşik eğilimlerin zuhuru olabilir. Ötesi cumhuriyetin dene rejiminin tarihsel kazanımları içinde duran konuşma özgürlüğünün derin paradoksudur. Bu paradoks her tür düşüncenin egemenlik arayışı içerisinde olan güçler tarafından tartıştırılarak meşrulaştırılması, sıradanlaştırılması ilkesi üzerinde büyür. Bu konuda irade halkın özgür tercihlerini kendi egemenliği mi, başkalarının iktidarı için mi, noktasında göstereceği dirençle anlamlıdır.
Ancak tarih daima, kendi evlatlarının zulmüyle bükülüp doğranan halkların tarafı olmuş, er-geç bu bilincin emekle ilişkisinden yana tercih koymuştur. Bunun en son ve çok sıcak örnekleri Kuzey Afrika ve Ortadoğu halklarını iradesinde mevcuttur. Hoşça kal Mübarek.!

11 Şubat 2011 Cuma

AYLARDAN OCAK’TI “KIRGINIM SAÇILMIŞ BİR NAR GİBİ”

Bir önceki yazımızın mürekkebi kurumadı daha. Buna rağmen bir haftadır içinde; aklımın en derin yerinde bir soruyla dolaşıyorum. “Neresinden başlamalıyım, nasıl bir sözün içine dizmeliyim kalbimin sınırda devrilmek istenen bir heykelle ilişkisini. Bir sanatçının kocaman bir iktidara karşı duruşunu mu, onun acımasız bir yalnızlığa terk edilişini mi, iktidar korkusunu mu, neyi, neresinden tutarak anlatmalıyım. Dilimin dönüp dönmeyeceğinden emin olamadan, derdimi anlatıp anlatamayacağımın kaygısını taşıyarak ve bütün bunların yanında bir tarafa ait olmadan; düz, nötr, içten bir hissiyatla, yazmanın değil gerçeğin erdemine yaslanarak kalem tutabilmek için kendimce bir yöntem geliştirdim ben. Bunun için gerçeğin yanına vicdanımı koyuyorum. Geriye sadece yazabilmenin tarifsiz çıplaklığı kalıyor. Bunu deniyorum.

Böyle zamanlarda en zehir yasa, bedel ödeyenin kalbinin yüzünde atmasıdır. Duygusunun elleri kadar gerçek olmasıdır. Son dönem bunun inanılmaz örnekleriyle sarsıldığımı belirtmeliyim.

Otuz beş canı yaktılar burada bir yerlerde. Dumanı ve kokusu bütün insanlığımızın göğüne kara bir perde gibi indi. Kimse düşüp yollarına, bakmadı ardında kalanların yurduna. Sormadı, Madımak nere, insan yakmak ne için! O yanan canlardan biri, can otacısı, doktor’u özge, “kırgınım, saçılmış bir nar gibi” demişti bir zaman. Saçıldı. Hepimizin göğüne hem de, nar mı nar! Hepimizin omzunda ağırlığı var şimdi. Sözü türküsüne dolandı kiminin. Çocuk mu çocuktu üstelik. Ozan mı ozan. Yandılar. Lakin yanmak öldürmez adamı, yalnızlık zül ama...

Bir adam kendini ürkek, tedirgin bir güvercin saydı. Onu ensesinden vurdular. Dört yıl oldu. Kimse hâlâ suçlulara ulaşamadı. O güvercinin oğluna “ne hissettiğini sormanın gafletine düştü bir muhabir”, o çocuk, bir taş binanın solgun penceresine çıkıp, oğul olmanın dayanılmaz sancısıyla ve insanca olanın bütün erdemlerine sığınıp, “bu dünyanın camını, çerçevesini indirmek istiyorum” demek zorunda kaldı.

Bir sanatçı bir heykel yaptı bir yerinde bu ülkenin, muktedirler emrederek yıkmanın sığlığına düşüyorlar. O sanatçı, “ben burada heykeli değil, kendimi savunuyorum” demek zorunda kaldı.

Şimdi bütün kayıpların hatıralarda birer siluet olduğu, bütün adressiz ölümlerin hain pusularda duran sırrını, acının muhatabından dinlemek istermiş başbakan? Ne öğrenecekse, nasıl bakacaksa sevdiklerine kefen giydiremeyenlerin nemden çürümüş yanaklarına! Şimdi bir sandıkta naftalin kokuları içinde saklanan hatıraların harlanma zamanıdır oysa şimdi sanatçıya sahip çıkmanın, şimdi bela davullarının çalma zamanıdır oysa… Kalbi kırılmamış, adeta yerinden sökülmüşlerin ağrıyan erdemlerinin karşısında diz çökme zamanıdır oysa… Şimdi kalpleri alıp, o zulümleri tadanlarla aynı kareye koyma zamanıdır oysa…

Çünkü “özgürlük”, salt onun için savaşanların değil, o uğurda ölebileceklerin tadabileceği bir erdemdir. Sırf bunun için bile beyninden bedenine kadar ortasından ikiye yarılmış dev bir (s)imgenin insana ilişkin üstlendiği anlamları düşünebilirmişiz gibi geliyor bana. Nihayetinde insan, kendi anlamlarıyla değerler yaratan ve bu değerler için yarattığı bütün anlamlardan vazgeçmeyi becerebilen bir canlıdır. Bunun içindir ki; kendi eğilimlerini, kendi beğenilerine dönüştürerek; ötekinin beğenilerini yadsıyan bir gerçekliğin uslanmaz savaşçısı olmak daima en çekici yönelim olmuştur. Ötekine üstünlüğün bir taktikler savaşı olarak bütün acımasızlıkları meşru gösteren, (bugün insana ve hakka ilişkin ne varsa onu kökten ihlal etmeyi meşru kabul eden) bir savaş dilinin egemen düsturu olduğu yüzyılların gerçeğidir. Bunu doğanın bir yasası gibi kabul edebilmek için eşit koşulların eşit taraflar için söz konusu olması gerekir. Öyle değilse, ki değil; o halde bu bir yasa filan da değil.

Eğer sürekli bahsi geçen yasalara uyulacak ve gereği yapılacaksa doğal yasanın; tıpkı vahşi doğada; yaşadığı topluluk içinde lider olabilmek için türünün mevcut ve meşru liderlerine başkaldırmak ve gerekirse bu uğurda ölmek dâhil her türlü sonuca razı olmak üzere meydana çıkmış bir namzet olmak gerekir. Bir yaban keçisinin, bir çakalın, bir vahşi kedinin, bir aslanın hatta bir timsahın bu gerçek için aynı davranışı benimsemesi hatırlanmalıdır. Ancak bu yasada diğer canlılardan farklı olarak insana özgü bir davranış dikkat çeker. Bütün diğer canlılar yiğitçe meydana çıkar, lidere savaş açarlar, liderse onu ciddiye alır ve restine karşılık verir. Ve çarpışma başlar. Üstelik bu eylem her akla geldiğinde yapılmaz, tam tersi belli dönemleri vardır. Genellikle yılda bir gerçekleştirilir ve buna doğal seçim ve iktidar yarışı da denebilir. İşte bu türden eliminasyonlara, doğal demokratik mücadele adını pekâlâ verebileceğimizi düşünmekteyim.

Oysa Ademoğlu genellikle elindeki avantajları da kendi tarafına alarak çullanır rakibin üzerine hatta bazen rakibin hassasiyetlerini kollayarak onu arkadan bile vurur. Tuzakla, desiseyle, hileyle alt etmeye çalışır. Polisini, jandarmasını, medyasını, yargısını takar koluna, baretini, zırhını, kalemini, cüppesini giyinir ve öyle çıkar sahaya. Oysa böyle değildir doğada yasalar, orada yarışanlar tek başınadır. Ne taraf vardır, ne de taraftar. Orada her şey hatta geçmişte kaybetmişler bile tarafsızdır.

Siyaset yoktur yani. Oysa bakınız siyasetçilere, koşullar onun için hâsıl olmuşsa, namertlik iyice berkir, avantajlar elindekilerin haşince desteklenmesiyle azami etkiye kavuşturulur. Böylece özgürlüğünden, başka kaybedecek şeyi olmayan “diğeri”nin, özgürlüğüne de göz konmuş olur. Yani canına… Salt canına da değil, değerlerine de kastedilmiş olur. Yara büyür. Çatlak genişler. Söz yiter.

Son günlerde bu tespitlerin en acımasız örnekleriyle meşgul, ziyadesiyle pasif bir toplumun boşboğaz siyasetçilerinin ateşlediği fitilden harlanan yangını söndürmekle uğraşıyoruz.

Biri sınıra yakın diye mi, eski bir belediye başkanına öfke olarak mı, bir başka eseri gölgeliyor diye mi, düşman bir kavme “gel, barışalım” dediği için mi bilinmez; ama bir biçimde bir sanat eserine “tiz yıkıla” emri vermekte. Öteki, ekranda ağlaya zırlaya bunun “ucube” gerekçelerini bulmaya çalışmakta. Esasoğlan başka bir ortamda “ıksırana, tıksırana kadar içiyorlar” diye çıkışmakta, yüzyıllık bir spor kulübünün en lezzetli dakikalarında hazımsızlık edip, “arenadan kaçmakta” ve parmak sallamakta, bir “Allah kuruşu” harcamadılar diye. (Sanki Ali Sami Yen, bırakın Türkiye’yi, dünyanın en değerli arazilerinden değilmiş gibi… ) Bu restin ardından koskoca kulüp başkanını 10 dakikada medyanın orta oyuncusu haline döndürmekte ve en garip olanı; her bir durumun gerekçesinde yumruğunu masaya vurup, “mülkü benim, öyleyse ben ne istersem o!” minvalinden kükreyen bir Nemrut gibi, kendine inanmış olanları bile dehşete düşüren bir şahlanışla toplumu sindiren “Aman Ya Râb!” bir figür oluvermekte. Yazık! Bu berbat psikolojik ortamın yarattığı sisin, pisin, pusun ortasında, zaten bozuk olan toplumsal iletişim kanallarına nasıl kirli, nasıl kanlı çaputlar tıkandığı da gün gibi aşikâr.

Gittikçe yarılan, gittikçe kendine ve çevresine yabancılaşan; özgüvensiz, gittikçe karanlıklar içinde, sahte bir toplumun yaratılmasındaki bu dayanılmaz maharet hangi amacı hedeflerse hedeflesin beyhudedir. Acizdir. Unutulmamalıdır ki, “su akar yatağını bulur”. Zira refleks olarak tepkisini dillendirmemek, rıza göstermek olarak da anlaşılmamalıdır. Kategorik olarak belli bir ideolojik tarafın üstünlüğü olabilir, hatta sindirilmiş olmanın yarattığı acz bile olabilir; ancak serlevha asla değildir. Böyle bir kader olamaz. Buna Allah da rıza göstermez, kulun da biadı mümkün değil. Böyle bir serencamın tasavvuru dahi mazur gösterilemez, makul değildir. Hele bunun bir lütufmuş gibi dayatılması, bir kral edasıyla bir arenada haykırılıyormuş gibi yüksek perdeden haykırılması anlaşılabilir olamaz. Bırakınız demokrasiyi, sosyal devleti filan, böyle bir üslup savaş meydanında dolaşan muzaffer bir komutanın bile tercih edeceği bir tarz olamaz. Zira muzaffer komutan bilir ki; içinde dolaştığı ceset yığını, bastığı da kandır. Orada biraz da onun kılıcının payı vardır. Özgürlük ve inançtır her iki durumun da nedeni. Oysa böyle mi gelişmektedir son günlerde yaşadıklarımız! Ne meydanda vakur ve muzaffer bir komutanın erdemi ne de bedeninden kan sızdıranların yaralarında inanmış ve savaşmış yığınların huzuru var. Sonu pek de aydınlık olmayan bu yol, nereye çıkar bellolmaz.

Son Not: Hıncal sana verilecek bir cevabın bile zül geldiğini bil, yeter!

Kars’ın Kadim Kavimleri ve Sanatsal “Ucube”yle İlişkisinin Kısa Tarihi

Kars, günümüzden yaklaşık (G:Ö) 3200 yıl öncesinden beri kendi adıyla çağrılan kadim bir şehirdir -ki Urartulardan önce başlar ihtişamlı tarihi ancak Urartulardan azade değildir. Hem onlardan eskidir -ki Borluk Vadisi’ndeki, Zivin’deki, Zivistan Yaylası’ndaki kaya üstü resimleri bu gerçeğin en bilinen, tartışmasız kanıtlarıdır.- Gör ki; Kars, hem Urartulara rağmendir hem de onlara dair… Urartular için adı Diauehi Ülkesidir; Asurlular için Daiaeni Ülkesi. Her ne olursa olsun, kimin için olursa olsun Kars kadimdir. Tarih eski, halk ziyadesiyle zirvesinde çağının.

Varlığı bir kartal yuvası gibi sarp bir kayanın tepesine oturmuş, ardında derin Borluk Vadisi, Aras Çayı; önünde Serhat Ovası’yla uçsuz bucaksız bir toprağın tek hâkimidir. Andezit taş blokların yumuşak ama azametli dili, Ermeni ustaların ellerinde, geçmişten günümüze nakış nakış konuşan bu şehri yeryüzü cennetlerinden birine çevirmiştir. Kars, Amasyalı Strabon’dan Ptolemaios’a; imparatorluk tarihçisi Constantin Porpyhyrogenetus’tan Ermeni tarihçi Levond’a; Thomas Artsruni’den Stephanos Asolik’ine; Kaşgarlı Mahmut’tan Katip Çelebi’ye; Puşkin’den Bazil Nikitin’e kadar bir çok çağdan günümüze kadar onlarca tarihi kişiliğin dikkatini çekmiş, eserlerine konu olmuştur.

Bu kadim geçmiş, Kars’ın derin ve zengin sanatsal ve entelektüel kültür dünyasına sonsuz bir zenginlik katmış; dahlinde yaşayan toplumların daima aydın ve yaşadığı çağın uygar bireylerinin yetiştiği bir kültüre sahip olmasını sağlamıştır. Bunun için birçok şimdiki zaman anlayışının asla ulaşamayacağı refleksi, o kültür daima kadim bir alışkanlık olarak, sıradan ve incelikli bir hoşgörüyle benimsemiştir.

Bugün bile Pomak, Rus, Malakan; Alman, Leh (Romanyalı), vatandaşların Kürtler, Azerîler, Yerliler, Karapapaklar, Lazlar ve bunlarla birlikte toplan 28 halkın sınırları içinde ve kusursuz bir uyumla birlikte yaşamayı becerdiği bu kadim kentin özgün bir dili, zengin ve renkli bir sanatsal ve entelektüel derinliği vardır.

Son yerel seçimlere kadar kentin tarihi karakterine entegre olmuş bir politikayla daima plastik sanatlara, mimariye, estetik ve spora, dansa ve halkbilimsel uğraşlara büyük özen gösterilmiş; meydanlarında festivaller, buz dansları düzenlenmiş; yamaçlarında kış/kar sporları, geniş düzlüklerinde at kızağı yarışları, cirit ve bilumum kış aktiviteleri gerçekleştirilmiştir. Oysa bu son yerel seçimler sonrası kentin karakteri, üzerinde yaşayanların karakterine ve özgün farklılıklarına yabancılaştırılmış; ısrarla ve anlaşılması imkânsız politikalarla muhafazakârlaştırılmak istenmiştir. Bunun tek gerekçesi olarak da kazanılmış bir belediye seçimi dikkat çekmektedir. Zulüm!

Zulüm başka nedir ki?

Eğer, yoksulun yoksulluğunu, bikesin kimsesizliğini, biçarenin çaresizliğini kullanıyor ve bunun adını koyarak ona nafaka dağıtıyorsanız, zulmetmiyorsunuz da, ne ediyorsunuz acaba…?

Bir örnek anlatmak istiyorum size;

Adamın biri bir gün uzayan saçını sakalını düzelttirmek için bir berbere gider, berber ustası ne adamı dinler, ne de sorar ne istediğini, başlar kesmeye saçı sakalı. İte kaka, edepsizce ve hiçbir şey sormaya tenezzül etmeden bitirir işini, sonunda “kalkabilirsiniz” der yerinizden. Adam bir bakar ki; yontulmuş kaz gibi, rüsva edilmiş saçı sakalı. Hiç de onun istediği/isteyeceği gibi olmamış traşı. Öfkelenir tabi, bağıra çağırır adam; atışma başlar ve nihayet yıkar berberin başına dükkânı, çıkar kapıdan adam. Yeni bir berber arar kendine, nasılsa seçme hakkı onun, hizmet görevi ise berberindir. Tam da budur işte belediyecilik. Bir hizmettir ve kamusal alanda gerçekleştirilir. Seçerek getirir yurttaş, seçmeyi reddederek de götürür. Dinlemezsen, berber ustasına döner akıbeti adamın, ne iktidar paklar ne sultan. Şimdi söyleyin bakalım, Kars’ta olanlarda belediyenin yaptıkları ile kötü berber ustasının yaptıkları arasında ne fark var? Peki müşteriyle seçmen arasındaki ilişkinin tanımı nasıl ola ki?


İşte Kars’ta son dönemlerde yaşanan tam da bu kötü berber ustasının yaptıklarını hatırlatmakta ister istemez. Kars belediyesi son yerel seçimlerde el değiştirince önce Kars kentinin Paris sokaklarından esinlenmiş ve Fransa’dan getirtilmiş yarı çıplak olarak betimlenmiş nyphelerden oluşan kent içi çeşmelerini “çıplak kadın figürlü bronz çeşmeler” yeniden düzenleme gerekçesiyle kaldırıldı. Ardından kentin sembolü olan “Kaz heykeli” trafik düzenlemesi gerekçesiyle kaldırıldı. Ardından belediyenin önünde yer alan “Çiçek Tutan Kadın” ve “Koyun Kucaklayan Kadın” heykelleri bir bir kaldırıldı. Şimdi ise sıra kentin kuzeybatısında Aras Nehri’nin Kars Kalesi’ni dolandığı yerin hemen batısında yer alan tepede yapımı sürdürülen “Özgürlük Abidesi”ne gelmiş görünüyor. Bu heykeli ise gerek azameti, gerekse etkisi nedeniyle başkan belli ki bir gecede sökemeyeceği için genel başkanından; yani Sayın Başbakan’dan yardım istemiş ve böyle başlatılmış operasyon. Sürecin verimli sonuçlanabilmesi içinde heykele atfen aranan muhteşem sözcük bulunuvermiş. UCUBE!

Bu heykel de kaldırıldığında, Allah’ın izniyle Kars, kaz gibi yolunmuş olacak, saçakları bir bir koparılacak, sanattan diktiği giysileri çıkarılmış, çıplak bırakılmış olacak. Üryan şehir yani! Üryan başka nedir ki bir şehir için? Böyle doğduk anamızdan, böyle varacağız Rab’bın huzuruna. Bundan zaar.

İnsan bu tür bir davranışın nedenleri üzerine kafa yormaya başladığında, yaşananların pek de iyi niyetle açıklanabilecek şeyler olmadığını üzülerek fark ediyor. Zira bir sanat eserini beğenip beğenmemek kişisel olabilir; ancak bırakınız bir kente dikilmiş onbinlerce kilo gram ağırlığındaki heykelleri, dolaştığınız bir sergide karşılaşacağınız ve her ne gerekçeyle olursa olsun sizi rahatsız eden bir eserin sergiden kaldırılmasını isteyemezsiniz. Nihayetinde orada sizin için “ucube” olan başkası için pekâlâ kusursuz bir anlatım biçimi olabilir. Şöyle düşününüz; sizin “put” diye tanımladığınız bir eser, “başkasının tanrısı” olabilir ya da sizin “ucube” addettiğiniz “anlatım biçimi”, başkasının insanlıkla, barışla ilişkin bütün anlamlarını içerebilir. Bu nedenle burada söz konusu olan esas olgu, sıradan insanın beğenileri ve beyanatları ile bir ülkenin başbakanının beğeni ve beyanatlarının arasındaki yaptırım gücünden kaynaklanan haşmetli farktır. Dolayısıyla bir başbakanın yapacağı her hangi bir açıklamanın bağlayıcılık niteliği, olguya ilişkin kararın ve algıların merkezinde durur. Burada etkisiz olmanın olmazsa olmaz koşulu, çok doğal olarak etki merkezi olan makamlarda yerleşik olan kimselerin beyanatlarını azami bir empatiyle gerçekleştirmeleri gerektiğidir. Ancak böyle olduğunda toplumsal normların bizden istediği ve yasaların da çerçevesini giderek kalınlaşan çizgilerle çizdiği birlikte yaşama isteği ve zorunluluğu perçinlenmiş, toplumsal ve bireysel reflekslerin, sanatsal olana ilişkin ufku zenginleştirilmiş olabilir. Buna empatik refleks olarak bakabilmenin tek yolu; erkin, sanatla kurduğu ilişkide öznel olana değil, nesnel olana itibar etmesi yoluyla ulaşılabilir. Oysa bu örnek üzerinden ortaya çıkan resmin, burada sayılıp dökülenlerden ziyade, ontolojik olan değerler silsilesiyle yoğun bir ilişkisinin olduğu ziyadesiyle dikkat çekmektedir. Bu tespitin kanıtları, olayın ortaya çıkışından itibaren seyreden tartışma süreçleri içinde, iktidar/erk sahiplerinin beyan ve demeçlerinde mevcuttur. Sağlaması da o tarihten bu yazının yazıldığı dakikalara kadar süren zamanlarda basın-yayın organlarının arşivlerine düşen kayıtlarda bulunmaktadır. Bundan sonra da arşivlere düşmeye devam edecektir.

Bununla birlikte, nev’i şahsına münhasır “Tarih Yorumlama Yöntemlerimiz” arasında yer alan bir yöntemle bakıldığında, olayın “görünen ve gerçek” olmak üzere tipik iki başlık altında incelenebilecek nedenlerinin olduğu görülecektir.

“Görünen Neden”: Söz konusu eserin amacının ve tarifinin tam tersine estetik ve sanatsal bir eser olamadığı, tam tersine çirkinlik abidesi bir “ucube” olarak nitelendirilmiş olması ve yerinin doğru seçilmeyip; anıtlar kurulu tarafından “sit” ilan edilmiş olan ve geçmişte tabyaların bulunduğu bir tepenin üzerinde yer alıyor olmasından kaynaklandığıdır. Ayrıca Ebu’l Hasan El-Harakanî / Hesenê Xirxe Türbesi’ni gölgede bırakabilecek devasa boyutlarda olması da bir başka neden olarak gösterilmekte. Ancak unutulmamalıdır ki; Fayton Pazarı’nda yer alan Ebu’l Hasan El-Harakanî Türbesi’nin 50-100 metre yukarısında yer alan 12 Havariler Kilisesi’nin son durumu, nasıl muamele gördüğü, mekanın kutsallığına ne kadar saygı duyulduğu da yine arşivlerde ve “şu an”ın çıplak belleğinde kayıtlıdır. İtiraf etmek gerekir ki; 12 Havar’ler Kilisesi’nin ne kutsallığı ne hak ettiği saygı ne de haşmeti Kars’taki her hangi bir eserden daha az değildir. Zira o da bizim değerimizdir, o da bize dairdir. Ancak anlaşılan o ki; “bu bizden, bu bizden değildir” anlayışı, “merkez”den uzaklaşıp “sınırlar”a ulaştığı her yerde daha uzun bir süre vazgeçilmez bir politika olarak devam edecek. Bu anlayış daima bir milliyetçilik nümayişi olarak canlı ve acımasız bir düstur olarak dimağımızda kalmaya devam edecek.

Gelelim “Gizli Neden”e: Heykelin 36 metre olması ve Ermenistan’dan görünebilir azamette olması; heykel yapımının şirk anlamında yorumlanması; Kars Belediyesinin AKP’nin olması, AKP’nin de Kars’ın ve Türkiye’nin (iktidarının) sahibi olması; heykel yapımına kendi başkanlığı döneminde başlanan Kars Eski Belediye Başkanı Naif Alibeyoğlu’nun son yerel seçimlerde AKP’den ayrılarak CHP’ye geçmiş olması gibi nedenler dikkat çekici gerçek nedenler olarak sayılabilir. Ayrıca AKP’nin bir seçim yatırımı olarak millityetçi tabana ulaşabilme gayretleri de bu listeye eklenebilir. Bu liste daha da uzatılabilir; ancak gerekçe ne olursa olsun bilinmelidir ki; her kentin kendi tarihi vardır ve dışarıdan müdahil olunarak sadece o tarihin içinde detay olunabilir. Tabî o da ne yazık ki egemenlerin niyetleriyle ilişkili olamayacak ciddiyette gerekçeler ister, öyle kayıt altına alınır tarihin tozlu raflarında.

Zira şehirler de insanlar gibidir ey muktedir. Giyinir, süslenirler. Ruhları vardır, sevgilileri, hüzünleri vardır. Ölüleri vardır onların da, dirileri.. Kavgaları vardır onların da. Öyle kolay susmazlar, bugün değilse bile, “bir gün mutlaka” konuşurlar dertlerini. Bizden söylemesi. İnsan hiçbir şeye bu kadar zulmetmez. Güç diye, kudret diye yakıp, yıkıp geçmez. Az vicdanına koyar elini. Göğe bakar azıcık. Hem kendinin, hem başkasının birlikte baktığı göğe…

K(g)ör gözüm seyreyle İdris’i

Torstein Veblen, ünlü “Aylak Sınıfın Teorisi” adlı çalışmasında; bir şekilde kendilerine devretmiş mülklerin ve maddi olanakların kazanımlarıyla yaşayan ve bu yaşam biçimi nedeniyle de kendi katma değerini ve üretimini kendi yaratan diğerlerini asla anlayamayan küçük ve aciz bir gruptan bahseder. Bu bahsin içinde kimi zaman geçmiş birikimlerini tüketmeye başlayan ve onunla yaşayan bir başka küçük gurup da epey üzerinde durularak yer alır. Şu sıralar izlediğim Yavuz Turgul’un “Av Mevsimi” filmi bana “Aylak Sınıfın Teorisi”ni hatırlattı.

Peşin peşin söyleyeyim: “Av Mevsimi” gibi lüzumundan fazla beyaz bir projeyle büyük bir başarıya imza atmışlar havası yaratılmaması gerektiğine kanaat etmekteyim. Zira “Av Mevsimi”nin, işlerine usulen bağlı oldukları her sözcüğünden anlaşılan çeşitli kimseler tarafından sinemanın yeni zirvesi gibi sunulmasına hayretle bakmaktayım. Bu konuda ziyadesiyle garip, ruhsuz ve irdelemekten uzak yorumlar okumaktayım. Bu minvalde Türkiye sinemasının üst düzey teknik donanımdan yoksun olmadığının artık ayniyle vaki olmasından hareketle söylemek gerekir. Bir kere bu çalışmada sinematografik olarak ulaşılmış bir üstlimit filan yok. Bu çalışma için ne Yavuz Turgul’un ne de ekipte yer alan diğer sinema emekçilerinin “budur” diyerek memnun ve mesut olabileceklerini, ulaşılabilecek en iyi sona ulaşılmış gibi yapacaklarını düşünememekteyim.
Şöyle ki; dar alanda kaydedilmiş enfes ormanlık(!) alan görüntüleri tamam. Cem Yılmaz’ın harika performansıyla yeniden hayat bulmuş sevgili Kazım Koyuncu’nun hüzünlü şarkısı ‘Hayde’ ile yaratılmış ve belki de sinema tarihimizin en ölümsüz sahneleri arasına girecek olan “mesleğe veda yemeği”ndeki müzikal lezzet tamam. Böbrek hastası genç kızın her şeyden habersiz “Çömez”le (Okan Yalabık) göz göze gelmelerindeki insanilik tamam. Deli”nin (Cem Yılmaz) barda votkayla kurduğu yakın Amerikanvari yarı Western ilişki de tamam. Hatta “Asit”in kaçtığı aracı o kadar rahat kenara çekmesi ve mahalledeki ahbaplarıyla muzaffer komutan havasındaki artist ilişkisi ve “Avcı”nın (Şener Şen) da onu bir nefeslik zamanda fark etmesi ve her nasılsa gün ortası, mahalle içinde kafasını duvar kenarından uzatarak zanlıyı gözetlemesi de tamam.

Buraya kadar çalışmanın kategorik olarak filmografisine değer katan ve bu değeri görsel açıdan seyirlik kılan kesitler ilgi çekici olabilir. Lakin ahpab’ı ehil olmaz da meseleye Neyzen’î bir cüretle bakarsak, görülecekler aynen aşağıda sayılanlar ve ziyadesi olacaktır. Bu dilin zuhuru, kimseyi yermek için değil, tekil olanın bütünden evla olmadığını vurgulamaya içkindir.

Filmin görsel omurgasının geçtiği bir mahal var ki; o mahal piknik artığı bir koruluktur. Burası bakımsız, terkedilmişçesine izbe bir mülk olarak düşünülmüş. Bununla güya doğallık sağlanmış, o mahalde işlenmiş cinayete, tenhalık ve pusarılık imgesi kazandırılmış. Oysa çelişki tam da burada başlamaktadır. Nihayet “Battal” (Çetin Tekindor), filmin sonunda yine bu mahalde avlanmaktadır ve burasının, kapısındaki demir girişten ve aracın park edilişinden, uzun süreden beri orada bulunan arazi aracının bulunduğu garajdan ve tabiî ki mahalde yer alan av evinden, buranın Battal’a ait özel mülk olduğunu anlamaktayız. Oysa böyle midir senaryonun başında karşılaştığımız kopuk el sahnesinden hareketle ortaya konan hummalı polisiye çalışmanın ve dedektiflik içeren gözlemlerin ciddiyetinden beklenen. Aynı mahalde hem araç lastikleriyle karşılaşacak, hem de bot izlerini gözlemleyecek, üstelik her iki izin de kalıplarını alacak, kriminolojik bütün ipuçlarıyla birlikte değerlendirecek ama bölgede hatta burnunun dibindeki mülkte araştırma yapmayacaksınız. Bu ne biçim polisiye? Nasıl bir acemiliktir ki, kulağı tersten tutuyor; olmadık süreçlerden sonra yeniden aynı mahale geliyor ve fark ediyor ki, buradaymış bütün deliller ve üstelik hiç biri de karartılmamış. İlginç. Üzücü bir acemilik. Kötü bir senaryonun ikinci hiç bir göz tarafından görülmemiş dikkatsizlikleriyle dolu...

Bütün çıplaklığıyla niteliksizliği ve sinematografik hiçbir yaratıcılığın kıyıcığından bile geçemeden, onlarca etik tartışmaya açık tıbbi bir operasyon var ki; melâmet. Buradaki gayri ahlakiliğe ilişkin verilmek istenen mesajın üzerinde durulamayacak kadar sıradan. Hiçbir argümanı güçlü kurgulanmamış. Bu işlemi yapan doktorun vicdanı vicdan değil, sanki kumdağı. Sonu intihar. Lakin baba zalim. Baba insanlıktan çıkmış bir deccal. Baba Dehâk. Buralar bile anlaşılabilirdi ancak; her nasıl oluyorsa karakteri adıyla özdeş Battal’ın bir vicdanı olduğunu ise filmin sonlarında çok dramatik bir yapaylıkla öğreniyoruz. Güya özel mülk; yani Battal Çolakzade’nin av evi aynı zamanda Battal’ın sıkıntılı dönemlerindeki alternatifsiz tek sığınağıdır. Böyle resmedilen bu yer, her nedense önüne gelenin rahatlıkla girip çıktığı, Battal’ın bunca servete ve karanlık kariyerine rağmen her nedense feci şekilde korunmasız ve çok sıradan bir mahalmişçesine sağa sola ateş edilen ve dahi kimseciklerin de “neden kardeşim, neden bu kadar pervasızlık” diye sormadığı bir mesken. Tuhaf. Kavramın bütün anlamlarıyla, tuuuhaf.

Oysa karanlık basmadan ve Türkiye sineması kendi yeni değerlerini yaratırken, üstelik ziyadesiyle uluslararası bir dil ve saygınlıkla takdir toplamaya başlamışken, eskinin sınırlı vizyonu ve tükenmekte olan klişeleriyle can çekişen ustalarından yenilenen ve devinerek fokurdayan yeni tip sinemanın hareketliliğine saygı duyulması için yeni bir dili egemen kılmak gerekebilir. Dolayısıyla, eskilerin kabul edilmişliklerinden aldıkları gazla sürdürdükleri ve müthiş promosyonlarla süsledikleri sığ ve üçüncü sınıf polisiye romanları andıran, gişeye ve aksiyona oynayan ama aslında hiçbir yeteneği olmayan hatta fotografik olmanın dışında hiçbir açılımı barındırmayan projelerle takdir toplamaya alıştırılmaları ve bu beklentiyle de egolarını şişirmeleri Türkiye sinemasına yapılacak en berbat kötülük olacaktır. Bu yaklaşım yaşlı bir kaplumbağanın üzerinden bir türlü söküp atamadığı nasırlaşmış kabuğundan duyduğu aczin müthiş çaresizliğine benzer.

Son Not: Bütün bunlara rağmen, kültürel bir zenginlik olarak filmde Lazca’nın bu denli sevgi ve zarafetle kullanılmış olması harikuladeydi. Bir de Cem Yılmaz’ın aslında komedi dışında her rolü becereceği gerçeğinin altı koyu kalemle çizilesidir.

Cumartesi Anneleri ve Toplumsal Vicdanımız


Her söz bir kavrama kefendir. Zira tema dilden evla olsun diye, solgun, ruhsuz, mat kurulmaz ki cümle… El ile aklın birbirine değdiği yerde; yani kalpte başlar insan!

Söz orda biter, kavram orda büyür, dil orda rengini tutar, anlam orda her şey olur… Vicdan!

Kırılan kol mudur, için de kaldığı yen mi? De ki; kol değil kırılan; candır ölen ve bu minval yen değildir içine alan, kefendir misal. Böyle zamanlarda insan sevgiyle donatamıyor duygularını, taçlanmıyor sözleri vesselam…

01 Ocak 2011 Cumartesi. 301. kez toplandı anneler. 08 Ocak 2011 Cumartesi. 302. kez toplanacaklar. 15 Ocak, 22, 29,… 303 kez.,304.,305.,… Toplanacaklar.

Anneler, elinde solgun fotoğraflar… Anneler, oğula ve kıza hasret. Anneler, en çok gözleriyle susan… Sustukça ağıt, sustukça kan, sustukça feryat figan bakan...

Her cumartesi sessiz ve kimsesiz bir kalabalık gelir ve yığılır Galatasaray’ın ihtişamlı demir kapısı ve büyük, boz duvarlarının dibine. Dayar sırt sırta, bir suskunluğa, bir resme bakarak; bakar karanlık kuyulara. Geçenlerin yüzünde hiçbir anlam...!

Bir öfke dolanır bir anneye, bir dil kendine küser, bir anlam soyunur sözcüklerden… Kimse duymaz!

Vicdan!

Sadece vicdan yeter oysa. Oysa vicdanı olsaydı bu toplumun, unutturur muydu anneleri taş duvarın dibinde, kışın ayazı, karın derin neminde…

Oysa vicdanı olsaydı bu toplumun gelip geçerken önlerinden, üstelik eteklerine ve seslerine basarak; dönüp bakmaz mıydı

yüzlerine? Bir el atmaz mıydı bir gece sessiz, bir öğlen zorba, bir davet hain yürürken ölüme...

Bu toplumun vicdanı olsaydı, hiç böyle ağzında bir mühür gibi, elinde oğullarının ölüsüne bakan annelerin türküsünü bilmez miydi?

Bilirdi yahut bilenlerin vicdanına ses, yorgun babalara bir lokma söz olmaz mıydı?

Bir anne daha çocuksuz, bir eş daha yarsız, bu toplum daha vicdansız olmasın diye, annelere, sevgililere, babalara el uzatın. Kirlenmiş, karartılmış zulümlerden, kinden ve kendinden farklı olana karşı bilenmiş öfkeden arınmış bir toprak için…

Göğün ve bulutların altında, başı dik, tanrısı insaflı, kulu vicdanlı bir ülke yaratmak için kutsal bütün değerlerinizi kuşanıp, yeni evlat acıları yaşamayacak bir toplumun inşası için… O annelerin elini öpmeye gitmek arındırabilir herkesi…

Suç sahiplerini, onları görmeyenleri, memleketini herkesten çok sevdiğini sanan bekçileri, bıyıkları bilgilerinden daha uzun, öfkeden köpüren vatanseverlikleriyle yüzleştirmek için… Bir aşkı bin inançtan daha kutsal kılmak için…

Gidip, o annelerin çocuklarına olan aşkının önünde eğilmek lazım.

Bedensiz, solgun fotoğraflardan, büyük soru işaretleriyle ve katillerini gösteren masumiyetleriyle anlamak için onları, annelerine, sevgililerine, babalarını güç olmak için oraya; Galatasaray’a gitmek lazım.

“Bir mendil daha kanamasın” diye, bir şair daha zulmün şiirini yazmasın diye gitmek lazım. Oraya, o soğuk duvarın dibinde, her hafta bir kurulu saat gibi tekrarlayan o çığlığın sessiz dağına…