14 Mayıs 2011 Cumartesi

TARAS BULBA: BİR BAŞKALDIRININ ROMANI

Nikolay Vasilyeviç Gogol’ün, özgün adı "Тарас Бульба" olan ve ilk baskısı 1835 yılında yapılan nefis romanı, Taras Bulba adıyla Rusça orijinalinden Mehmet Özgül’ün başarılı çevirisiyle, Türk okuruna yeniden sunuyor.

Bilindiği üzere Taras Bulba, Gogol 'ün Ukrayna Kazakları'nın XV. yüzyıldaki yaşantılarını, inanışlarını, komşularıyla ilişkilerini, savaş ve zaferlerini destansı bir dille anlattığı romanıdır.

Gogol'ün klasik romanından uyarlanan 2009 Kazakistan yapımı Taras Bulba sinema filminin, Yönetmenliğini Viladimir Bortko'nun yapmıştı. Filmde Bogdan Stupka, Igor Petrenka, Viladimir Vdovichenkor ve Magdalena Mielcarz gibi oyuncular yer almıştı.

Fotoğrafta Andrey Bulba'yı oynayan Igor Petrenko ve Panna Elzhbeta'yı canlandıran Magdalena Mielcarz görülüyorlar.

Klasik Rus edebiyat geleneğinin bütün özelliklerini içinde barındıran Taras Bulba, salt bir epik hikâyeyi değil, aynı zamanda Hıristiyanlık’ın, Ortodoks-Katolik çatışmasının, Kafkasya ve Balkanlar’ın da içinde bulunduğu, içine Karadeniz’i tamamen alan büyük bir bölgede geniş bir coğrafi, siyasi ve inanç mücadelesinin yolculuğunu yapıyor. Bütün bunları yaparken adı geçen bölgede müstakil bütün devletlerin ve geleneklerin iletişiminden, bölgede yaşayan halkların etno-sosyolojik karakterinden, ticari ve toplumsal ilişkilerine değin geniş bir alanda da çarpıcı bilgiler sunuyor. Türklerin, Lehlerin, Kazakların, Rusların ve Tatarların; Kırım’dan Polonya’ya, Trabzon’dan Kafkasya’ya değin yayılan büyük bir coğrafyada cereyan eden mücadelesinin, geniş Ukrayna topraklarının steplerinden ve engin düzlüklerinden yola çıkan hikâyesini anlatıyor. Gogol, eserinde epik bir anlatım biçiminin zengin ifadesi ve kusursuz edebi kurgusu ile sürekli dinç, sürekli tetikte bir serüveni aktarıyor.

Gogol’ün hayranlık verici anlatım yeteneği, sürükleyici dili, hassas ve detayları gerçekçi bir üslupta anlatan kurgusu, gereksiz bütün çağrışımlardan ve sözsel karmaşadan uzak, çarpıcı ve sürükleyici bir savaş güncesi tadında okunuyor. Öyle ki, Ölü Canlar gibi muhteşem bir eserin yaratıcısının elinden çıktığı her satırında hissedilen bir eseri okuduğunuzu daha ilk cümlelerden itibaren kavrıyorsunuz. Eser okunmaya bir başlandı mı, bitirilmeden bırakılması imkânsız oluyor. Elbette burada yazarın dilindeki ustalık, anlatımındaki içtenlikle birlikte eseri dilimize aktaran çevirmenin de büyük başarısı göze çarpıyor. Eserin evvelce başka yayınevlerinden de basılmış kopyalarını hatırlayanların mutlaka dikkat ettiği bazı büyük kavramsal ve çeviribilimsel hatalar Mehmet Özgül’ün çevirisinde yapılmıyor hatta bu hatalar dikkatle ayıklanıyor. Diğer çevirilerin en çarpıcı hatalarından bir tanesini paylaşmak gerekirse; Taras Bulba’nın bazı yerlerde (Bknz. I. Bölüm) hizmetkârlarına verdiği emirlerde atların yemliklerine samanla karıştırılmış iri buğdayların verilmesi talimatı göze çarpıyor. Oysa bu hem çeviribilimsel hem de kavramsal bir hata olarak dikkat çekiyor ve Mehmet Özgül çevirisinde bu gibi büyük hatalar ayıklanıp, titizlikle düzeltilmiş olarak dikkat çekiyor. Zira orada sözü geçen ifadenin iri arpalar şeklinde olması gerekir ki; Özgül, bu ve bunun gibi nice detayı gözden kaçırmıyor. Nitekim kötü çeviri nedeniyle birçok dünya edebiyat klasiğinin dilimize aktarılırken berbat edildiği ve heba olup gitmesine; değerinin anlaşılmamasına edebiyat dünyamız ziyadesiyle tanıktır. Eserin güzelliğinin çevirenin niteliğiyle ilişkisini gösteren iyi çalışmalardan biri olarak Mehmet Özgül’ün çalışmasını tadında bir çeviri olarak tespit etmek gerekiyor.

Taras Bulba hikâyesinin anlatımında Kazaklara ait olan Ruslara, Ruslara ait olansa Kazaklara da atfedilerek, birbiri içine adeta iki halk tek toplummuş gibi yedirilerek anlatılıyor. Bu dil zaman zaman öyle bir hal alıyor ki, okur rahatlıkla Ruslarla Kazaklar aynı halk mıydı diye sormak ihtiyacını hissediyor. Bunun temel nedeni ise o dönemlerde Rus Ortodoksluğunun bölgede Kazaklarla birlikte hareket etmesinden kaynaklanıyor olabilir. Sürecin inanç sosyolojisi açısından analizinden rahatlıkla bu sonucun ortaya çıkabileceği görülüyor. Bu ilişki bir sömürge ilişkisi değil, bir inanç ittifakının tipik fotoğrafı olarak tarihsel belgelerde de ziyadesiyle göze çarpıyor. Zira diğer bölgesel hakların Ruslarla bu türden ilişkisi yalnızca Gürcülerde dikate değer ölçüde işlenmiştir. Öyle ki, Kazakların ve Rusların birbirine atfen anlatılan toplumsal karakteristiği, Taras Bulba’da sürekli ve abartılarak yüceltiliyor; hikâyenin temposu daima gerilimin en üst sınırlarında tutuluyor. Bunun nedeni iyi bir edebiyat eseri bırakmanın yanında Paris’te, Daviniera Sokağı Katliamı’nda (Bknz. Michael Zévaco, Pardayanlar) yaşandığı gibi büyük bir mezhep katliamını işleyen bütün yazarların metinlerinden de hatırlanacağı üzere, belgesel bir amaca katkı sunmak olabiliyor. Her ne kadar eser epik bir anlatımın içinden şekilleniyor olsa da toplumsal analizler ve halklara özgü niteliklerin vurgulandığı bölümlerde yer yer didaktik, doğa tasvirlerinin yer aldığı uzun step yolculuklarında başvurulan mükemmel anlatımda ise yoğun pastoral bir dilden yararlanılıyor. Bu nedenle eser için rahatlıkla içerik açısından epik, anlatım tekniği içinse hem epik, hem didaktik hem de pastoral unsurlar içeriyor diyebiliyoruz. Taras Bulba açısından en sıra dışı durum ise hiç kuşkusuz bunca savaşın, zulmün, esaretin ve kıyımın ortasında dramatik olan hiçbir unsurla karşılaşmamak olarak dikkat çekiyor. Bu yanıyla çok özgün bir çalışmada istenirse cehennemin ortasında bile gözyaşına yer verilmemesi gerekiyorsa hiç verilmeyebileceği ustalıkla gözler önüne seriliyor.

Olay Örgüsü

Eser, Kazak Albay Taras Bulba'nın Andrey ve Ostap adındaki iki oğlunun Ortodoks papaz okulundan dönüşleriyle başlıyor. Bütün Kazaklar gibi asıl eğitimin savaş meydanında alındığını düşünen Taras Bulba, oğullarıyla birlikte Kazak ordugâhının bulunduğu Zarapojye’nin yolunu tutuyor. Çünkü Kazaklar için hayattaki tek kutsal görev dinlerini ve uluslarını Katolik Lehler’den, kaypak Tatarlar’dan, ikiyüzlü Museviler’den ve Müslüman Türkler’den korumaktır. Zira çok geçmeden Polonya üzerine sefere çıkılıyor ve Taras Bulba da her iki oğlunu savaş meydanında görme fırsatına sahip oluyor. Ama savaş alanında işler pek de Taras Bulba’nın istediği gibi gitmiyor ve küçük oğlu Andrey’i kendi elleriyle öldürmek zorunda kalıyor. Büyük oğul Ostap ise savaşın sonunda esir düşüyor. Taras Bulba'nın zaferlerle dolu hayatı ise Dinyester nehrinin kıyısında feci bir ölümle son buluyor.

Kitap: Taras Bulba

Yazarı: Nikolay Vasilyeviç Gogol

Çeviren: Mehmet Özgül

Yayınevi: Alfa Yayınları

Suriyeli Mülteciye Manşetten Aktardıklarım -I-

Son günlerde dünyanın doğusu üzerinde dolaşan kara bulutları bizzat altında durarak izliyoruz ve biliyoruz o bulutların azı artık bizim de üzerimizde dolanıyor. Bir açılıp bir kapanıyor göğün ağzı. Kimi acıyla kimi kanla yağıyor evlerimize. Hırpalıyor sokağı, incitiyor bizi… Nemli duvarlar gibiyiz artık ne badana tutuyoruz ne boya; her yanımız ıslak her hayati organımızda kendi zulmümüzün gözyaşlarıyla iniliyoruz.



İnsan acıdan beslenmeye başlamışsa canavarlaşır. Biz artık kendi acılarımızdan binalar inşa ediyor kendi ahh’larımızla başkalarının yasını tutuyoruz. Unutuyoruz ne hikmetse başkalarının sanıp hayıflandığımız bütün travmaların bizatihi yurduyuz. Her gün, hangi ocağında ateş sönecek, her gün hangi dağında ölünecek, her gün hangi suyunda yıldızı sönecek diye ensemize soğuk nefesini dayamış bu toprağın üstünde uslanmaz bir korkunun esiri olmuşuz. Durmadan anahaber bültenlerine dikkat kesen tedirgin bir ruhun huzursuz, bitap birer vebali gibiyiz… Yorgunuz ve üstelik yorgunluğun son raddesinde olduğumuzu anlayanların ilgilenmediğini de biliyoruz. Ancak “kimse kendi aczini bilenlerin yurdunda durmak istemez” diyen bir halkın bütün erdemlerini tanıyan faniler olarak, bu toprağın sabrıyla sınanıyor, durmadan tenkit, tehdit ve tahkir ediliyoruz. Ne zaman duracak bu taciz bilinmez, lakin taş olsan çatlarsın diyor üzerimizde dolanan bulutların öfkesi… Şimdilik hala insanız ve kapımızda duran bütün zulme inat, bir takım zevatın bitmez tükenmez hırsına sükûtla bakıyoruz. Lakin bu bir sebat değil, bir tahammülün içindeki insanlığın özüdür. En el-hâk diyen mümbit bir vaha-i beşer yani…



Bahar kimi topraklara geç gelir, barış ha keza… Kuzey Afrika’dan başlayan büyük İslam devrimi, Arap Sokağı’ndaki bütün haşmetini çölün karnına kura kura gelip dayandı sınırımıza. Tek tek devrilirken Arap monarklar, adlarına demokrasi dedikleri yalan sistemlerinin kendileri için Cennet-ül Huda’ya dönüşen çöllerinde, birer mendil gibi tutuşup sönene kadar karnında büyük delikler açılmış birer bez gibi buhar olup uçtular/uçuyorlar. Bütün olanaklarını kendi damarlarından akan petrol kuyularına bandıra bandıra test eden bu tiranların, büyük insafsızlıklarla ve kendi şahsi menfaatleri için çizdikleri isli resme, koca bir inancın bütün fertlerini hapsettiler. Bu bitmez açlığın yarattığı yağlı, isli, petrol artığı o coğrafyada yaratılan ve dünyanın diğer bütün coğrafyalarında sürekli ötelenmiş bir vebadan yine o ötelenmiş coğrafyaların halkları bir bir silkelenip kurtuluyorlar. Sırf inanç üzerinden tanımlanan bu toplumların kanındaki esas zehrin kendi topraklarının damarlarından akan petrol olduğunu artık bütün dünya alenen görmektedir. İşte bu aleniyet nedeniyle başlayan büyük dirilişin gelip silkelediği Suriye’de her mitingin ardından başlatılan ölüm operasyonlarından kaçıp kurtulmak isteyen zavallı halk, terk edip bütün hikâyesini Hatay sınırına yığılmış. Kimi sığınmış topraklarımıza, kimi sığınmayı umut bellemiş diyor manşetlerimiz. Toplumunun tevazusunu devletin insafı diye sunmaksa iktidar sahiplerine kalmış. İflah olmaz bu hırs, böyle biline!


Zulme uğrayana el uzatmış olmak erdem değil, mecburiyettir. Bununla övünülmez, tam tersi neden dünya kendi canına kasteder diye hüngür hüngür ağlamak lazımdır. Bu minval söyleyeceklerim var. Lakin Suriyeli dostlaradır sözüm. Ama evvela bir mesel elzemdir.

Yakın bir seçim döneminde muhabir halkın nabzını tutmak için kent kent dolanıp, mikrofon uzatırken âdemoğluna, Kars’ta hayatın büyük ve derin bütün anlamlarına denk gelen bir pir’e uzatıp, sormak gafletinde bulunmuştu fikrini. “Nedir beklentiniz partilerden, memnun musunuz hayatınızdan” mealinden gelen soruya, mealen şu cevabı konduruvermişti âdemoğlu pirimiz: “Bizim çok şükür bir sıkıntımız yok. Allah devletimize milletimize zeval vermesin, keyfimiz pek bir yerinde. Lakin benim sitemim Ruslar’a. İnsan yaptım da 80 yıl evvel, terk ettim Kars’ı demez mi, düşünmez mi kanalizasyonu kapalı mı, suyu akar mı, yolları bozuldu mu diye? Yoksa ne sıkıntımız olacak, çok şükür iyiyiz evladım” deyivermişti. Kıssadan hisse Suriyeli kardeşim. Bu minval medet umduğunuz sevgili “yalnız ve güzel ülkem”in son on günlük manşetlerini de dikkatinize sunar, kararlarınıza hürmet ederek ama bir kez daha düşünmenizi de naçizane salık veririm.

Manşet 1: “Yansak da dokunacağız”
Manşet 2: “Çılgın değil Deli Proje: Kanalİstanbul”
Manşet 3: “ALES’te yanlış kitapçık skandalı: Yedek kitapçıklar da yetmedi”
Manşet 4: “KPSS’ye kısmi iptal”
Manşet 5:“YGS’de şifre sıkandalı”
Manşet 6: “Çakallara karşı Bozkurtlar”
Manşet 7: “Tekbir sesleri eşliğinde yıkım”
Manşet 8: “Ucube’ye vinçten darağacı”
Manşet 9: “Çanak Çömlek engeli kalmayacak”
Manşet10: “İzmir Büyükşehir belediyesine baskın”
Manşet 11: “KCK’ye şafak baskını”
Manşet 12: “Başbakan Esat’la gemileri yaktı”
Manşet 13: “İnternetime dokunma”
Manşet 14: “İnternete filtreli yasak”
Manşet 15: “Kötü şeyler olacak”
Manşet 16: “Siyasette Porno Kaset Skandalı”
Manşet 17, 18, 19, …vd.

Özetin özeti Suriyeli kardeşim. Hala geleceksen, başımız gözümüz üstüne ama unutma kardeşim!
Her can diken üstünde, her şarkı kederli, mevsim hala ıslak, bahar geldi Arap illerine lakin pek kan var ve buharlaşıp buluda dönen zerreciklerindeki zulüm bize yağacak diye ödümüz ağzımızda. Haberciler kaygılı kardeşim, gazeteciler içerde. TGC kayıtlarına göre 10 bin gazeteci hakkında soruşturma kaydı bulunuyormuş, var sen düşün kaç kişi, nereye kadar özgür. Muhalifler hemen unutulur burada kardeşim (bkz. S.Süreyya Önder), yoksulluk vebalı bir hastadır, adını anmak zül kardeşim. 1.7 milyon taze reşit can kurdeşen çıkardı kardeşim, yeni acılar büyümesin diye kendi ağızlarına takılmış tunç gemlerine kendileri asılan atlar gibi bu halk, çeke çeke kan revan içinde bırakmış her yanını. Hala geleceksen, gel Suriyeli kardeşim. Sığınmaya değil, bu zulmü paylaşmaya, bu yükü taşımaya gönüllü olduğun için minnet duyup, ödül vermek lazım sana.

Ne de olsa davulun sesi uzaktan hoş gelir adama. Bu davul bizim davul kardeşim. Davos’ta ve her yerde. İster çalar ister oynarız bunu böyle bir kardeşim.