28 Mart 2011 Pazartesi

Çırılçıplaktı tüm sözcükler


Bu yazı daha önce 22.04.2004 tarihinde aynı başlıkla Radikal Gazetesi Kitap Eki'nde de yayımlanmıştır. Okumak için ayrıca

http://webcache.googleusercontent.com/search?q=cache:uXPxH5_xyBkJ:www.radikal.com.tr/ek_haber.php%3Fek%3Dktp%26haberno%3D3821+mehmet+Altun,+cihan+o%C4%9Fuz,+kendime+savurdu%C4%9Fum+han%C3%A7er,+radikal&cd=5&hl=tr&ct=clnk&gl=tr&source=www.google.com.tr

linkini tıklayabilirsiniz.



Şiirin kirpisi ya da kirpinin kendisi olarak şiir, çoktan kendine kapanmış veya kapanırken içini kanatmıştır.J. Derrida uzun bir düşüncenin şiire düşen payında şiiri kirpiye benzetirken; belki de şiirin bencilliğinin farkında olarak zincirleri zorluyor, sorunsalının engin denizlerinde dalga yaratmaya çalışıyordu. Kapanmak ile tehlike karşısındaki refleks arasında doğru orantı kuran Derrida, biraz da Fransız zarafetiyle şiiri nesnenin profilinden kurtarıp; Duygunun kanatlı atına bindirmeyi uygun buluyor. Hâlbuki... Şiir, doğası gereği ince işçilik, sabır ve itibar gerektiren bir yaratımdır. Bir de bencildir şiir, çünkü kendinden başkasıyla ilgilenilmesine dayanamaz; körelir.
Bu yüzden belki duygu salt duyguyken psikolojiye yakındır.Oysa bir belirleyici olarak duygu, programlı bir periyoda ulaşıp; kontrol edilebilir olduğunda felsefeye, çığırından çıkıp pratiğe dönüştüğünde ise şiire dönüşür. Orası imgenin gelip dayandığı hatta belirgin bir çatlağın oluştuğu yerdir. Çünkü bir sınırdır şiir. Yani araf ya da sırattır şiir.

Buradan hareketle bilicin insanı ender olarak ulaştırdığı bir merkez devreye girer. Bu merkez düşlem ve gerçek olarak parçalanmış bir çekirdekle ayrışır. Çekirdeğin iki kendiliğinden içmerkezi onun da tarafı ve taraftarları vardır. Bu çıkarımın bir başka algısı ise gerçekçi ve gerçekçi olmayan şiirin ayrışması olarak belirir. Dolayısıyla bir hayatın kendisi bir de kurgusal ya da yansımanın gerçekliği olarak algılanan öteki inanış, öteki yaşam söz konusu olur.
Belli materyalleri belli aralıklarla farklı yapılara dönüştürenler usta, herhangi bir materyali, herhangi bir zamanda umulmadık bir esere dönüştürenler ise üstat olurlar. Bu deha ile deneyim arasındaki farkın bir başka adıdır.
Bu yüzden küfür Can Yücel'in ağzında şiir; Abdıraman Çavuş'un tarlasında cinayet olur. Neyzenin dilinde ironik müzik, Hayyam'ın hayâsında ise sultanın nefreti olur. Yazmak, bir başka susma biçimidir çünkü. Eylem için ille de hareket gerekmeyebilir, bazen bakmak yeterlidir. Ağlamak için değil, bağlamak için sözü Cihan Oğuz'un Kendime Savurduğum Hançer'indeki Samuray kinini anlamak gerekir.
İnsanın önünde iki kez ağırlaşır zaman.
Birinci gençliğin meşruiyete öykündüğü zamandır.
- İnsanın en büyük hatası -
Yaşlılık değil ölüm yaklaşır insana,
- ikincidir bu -
En ucuz makasın ağzıdır insanı doğrayıp geçen.
İnsanın en hayvan yanı;
Bir mandayla ve bir öküzle sütkardeşi oluşudur.
En vahşi yanıysa;
Bir kurtla ve bir çakalla ceylana aynı bakışıdır.
Ve insanın en insan yanı;
Hâlâ aczine yalvarışıdır.
Kendime Savurduğum Hançer, Oğuz'un beşinci kitabı. Akademisyen titizliği, gazetecilik gözlemiyle buluşunca şairliğe özgü çarpıcılığı iyice besliyor; detaylarda saklı sıradışı gizemi deşifre ediyor. Yirmi iki şiirin sığdırıldığı bu kitabın en ilgi çekici yanı ise Can Yücel diriliği. Bir de bu kuşağı çarpıcı şairlerinden olan Küçük İskender'in dil kardeşi Cihan Oğuz galiba.
Şiirler çok diri, çok hesapsız ve cesur. İmge yerine sokağa yaslanmış fakat göz önündekiyle düşlerüstü ifadeler yaratılmış. Cesur ama pervasız değil. Küfürlü ama tiksinç değil. Bilgece edilmiş sözler ve söz dizinleri. Çığırından çıkmış imgeler ve enfes şiirler toplamı bir kitap Kendime Savurduğum Hançer.
Riskli yataklara uzansa da iyi tolere edilmiş, cerrahvari kotarılmış söylemler... Sorular soran ve sorular sorduran, toplumsal sıradanlıklardan sıyrılmış ancak toplumu sorgulayan bireysel reaksiyonlar en belirgin vurgu olarak dikkat çekiyor. Kitabın başka özelliği ise Oğuz'un ince, narin bedeninin aksine sert ve kocaman bir heybetin öne çıktığı söylem. Şair, burada gövdesine inat kahramanlaşıyor. Bir de çocukluğundan beri sakladığı gerçekleri var ki; harika... Azraille restleşiyor bazen. Bazen kuşaklar çatışmasını çok diri bir ironiyle haykırıyor. Söyleminde şiirsellikten asla vazgeçmeden çok net bir fotoğraf çizerek başarı üstü bir tanıklıkla günümüz lümpen kültürüyle hesaplaşıyor.

Suyun ağzındaki yurt: Allianoi

Bu yazı daha önce 5.3.2007 tarihinde, Radikal Gazetesin'de de aynı başlıkla yayımlanmıştır. Gazetedeki halini okumak için http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspxaType=RadikalHaberDetayV3&ArticleID=807664&Date=28.03.2011&CategoryID=99 linkini tıklayabilirsiniz...

Allianoi, İzmir'in Belgama ilçesi sınırları içinde, Bergama-İvrindi karayolunun 18. km.'sinde, Bergama'nın kuzeydoğusunda, Yortanlı Barajı gölet alanının tam ortasında, Paşa Ilıcası Mevkii'nde yer alan antik bir kent...Ne 1997 ve 1998 yılı yüzey araştırmaları sonucu keşfedildiğinde ne de 1998 yılında ilk kazma vurulduğunda kaderinin bu denli acımasızca hatta cahil cüretiyle çizileceğinden haberi vardı.Allianoi, sadece bir kez M.S. 2. yüzyıl Batı Anadolu yazarı Aelius Aristides'in 'Hieroi Logoi' (Kutsal Anlatılar) adlı eski çağ tıbbının en önemli kaynaklarından biri olan eserinde (III.1 ) anılmaktadır. Bu kaynak haricinde antik yazarlarda veya epigrafik buluntuların henüz hiçbirinde bahsine rastlanmamıştır. Kuruluşundan beri hemen her dönemde faal durumdadır. Temel özelliği; bugün bile kullanılmakta olduğu biçimiyle, kükürtlü suyunun 40-45 derece arasında değişen sıcaklığıyla sahip olduğu kaplıcalarıdır.

Bu kent, Yunanlılar tarafından Sağlık Tanrısı Asklepois'a adanmış olması sebebiyle Asklepios'un yurdu olarak bilinir. Allianoi'nin anlamıAsklepios, antik Grek mitolojisinde hastalara şifa dağıtan, hekimliğin ve tıp biliminin tanrısıydı. Mitolojiye göre; Tanrı Apollon, oğlu Asklepios'u yarı at yarı insan olan Khiron'a emanet eder. Khiron, ona okuma, yazma ve önemli hastalıkların tedavisinde kullanılan ilaçların formüllerini öğretir. Bu eğitimden sonra Asklepios'un ünü kısa sürede bütün bölgeye yayılır. Bunun dışında Asklepios, ölüleri de diriltebiliyordu. Baş Tanrı Zeus, buna kızdığı için Asklepios'u öldürtür. Bunun üzerine Yunanlılar, Asklepios'un adını yaşatmak amacı ile aynı isimle sağlık merkezleri yaptırırlar. Toplam dört tane olan bu merkezlerden biri de antik Hydroteraphy (suyla tedavi) merkezi olan Allianoi'dir.Allianoi'nin hemen tarihin her döneminde kullanılan bir alan olması, yürütülen arkeolojik kazılar ve bu kazılarda elde edilen buluntular ve bilimsel verilerle sabittir.Kent ve bulunduğu bölge, prehistorik dönem, Helenistik dönem, Roma dönemi, Bizans dönemi, Osmanlı dönemi ve nihayet Modern Türkiye Cumhuriyeti dönemi olan günümüzde de kullanılmıştır. Konu hakkında veriler sunarak değerlendirme yapmak elbette mümkün; ancak bu yazının konusu bu olmadığı için detaylara girmemek daha doğru olacaktır.

Bununla birlikte (M.S. 2. yy) Pergamon'daki Asklepieion'da ve Anadolu'nun pek çok yerinde olduğu gibi büyük bir yapılanma çalışması yaşandığının saptanması, kazılarda ortaya çıkarılan 'kült merkezi'ndeki binaların büyük bir bölümünün verdiği tarihler, Ilıcanın yanı sıra, köprüler, caddeler, sokaklar, İnsulalar, Geçiş Yapısı, Propylon, ve Nympheum gibi mimari unsurlar, Roma imparatorluk dönemine tarihlenir.Allianoi'de yoğun yerleşimin görüldüğü dönem, Bizans Dönemi'dir. Bu dönemde metal, seramik ve cam atölyelerinin kurulduğu görülmektedir.Allianoi hakkındaki Osmanlı dönemine ait bilgiler, Paşa Ilıcası olarak, Aydın Salnameleri'nde (Yıllık) zikredilmektedir. Paşa Ilıcası, XX. yüzyılın ilk çeyreğinde bölgenin namlı kaymakamı Kemal Bey tarafından ele alınmış ve büyük havuzun bulunduğu yerin kısmen yeniden kullanıma açılması sağlanmıştır. Ilıcanın batısında yer alan Roma köprüsünün, Osmanlı döneminden 1979 yılına kadar Bergama-İvrindi arasında kullanıldığı bilinmektedir.

Paşa Ilıcası'ndaki Kent, XX. yüzyılın ilk çeyreğinde kısmen temizlenmiş fakat daha sonra gelen güçlü bir sel nedeniyle, 1950'li yıllara kadar atıl durumda kaldığı anlaşılmaktadır. Ellili yıllardan doksanların başına kadar kendi kaderine terk edilmiş olan Allianoi, tarihin ve talihin gazabına direnmeye çalışmıştır. 1992 yılında, Bölge Karayolları Müdürlüğü tarafından halihazırdaki Roma Köprüsü, kurul kararı olmaksızın ihale edilirken; Antik Kent Allianoi'nin modern dramı da resmen başlamış oluyordu. Bu tarihle beraber bilinçli mi yoksa her şeyde olduğu gibi tarihin tahribatı konusunda da tahribatın hatta yok edişe varan acımasızlığın; adam kayırmacılık, ihale çılgınlığı, seçim politikaları gibi çıkara dayalı kararların uzantısı gibi nedenlerle uygar zamanımızın barbar talanı başlamış oluyordu. Bu yağmadan kurtarılabilen toplamda sayıları 10 binleri bulan insanlık mirası eser Bergama Müzesi'ne teslim ediliyor, her kazı mevsiminde -herkesin yan gelip yattığı tatil döneminde bile- zamanlarını insanlığa adayan bir avuç genç bilim insanının çabasıyla yapılan kazılarda tarih fersah fersah gün ışığıyla buluşturuluyordu.

Buralarda öğrenci olarak kazılara katılan bir çok arkeolog, mimar, restoratör, topoğraf, ve diğer birçok alandan bilim insanı şimdilerde memleketin bunca aymazlaşmış, hantal ve kendineci kavrayışının ortasında bilime ve insanlığa hizmet etmek için, müzelerde, sivil toplum kuruluşlarında, üniversitelerde bilim üretmeye çalışıyorlar. Oysa bu onların emeğinin nasıl görmezden gelindiğinin, nasıl talan edildiğinin bir başka kanıtı gibi duruyor.Kazı serüveniAllianoi'de, Trakya Üniversitesi'nin katkılarıyla o yıllarda Bergama Müze Müdürlüğü görevini sürdüren Yrd.Doç.Dr. Ahmet Yaraş'ın yönetiminde 1998-1999'da; Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü'nün 2000-2004 döneminde ise Philip Morris'in katkıları ve sonraki yıllarda ise Yortanlı Kurtarma Derneği bünyesinde örgütlenmiş gönüllülerin ve çeşlitli kurum ve kişilerin katkıları ve özverileriyle kurtarma kazıları gerçekleştirilmiştir. 1998-1999 yılları kazı çalışmaları sonucunda, kazılan alanın Allianoi olduğu öğrenildikten sonra, Bergama Müze Müdürlüğü'nün başvurusu üzerine, İzmir 1. Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu 29.03.2001 gün ve 9229 sayılı kararla, Allianoi, 1. derecede arkeolojik sit alanı ilan edilince gerçek anlamda kurtarma kazısına dönüşmüştür.Allianoi Kurtarma Kazısı 2006 kazı sezonunda maddi imkânsızlıklar nedeniyle neredeyse gerçekleştirilemeyecek duruma gelmesine rağmen, 1998 yılında araziye vurulan ilk kazma tarihinden beri özveriyle çalışan Yar. Doç. Dr. Ahmet Yaraş başkanlığındaki çekirdek kadro, canını dişine takarak olanak yaratıp; dostlarından, duyarlı kurum ve kişilerden destek toplayarak ve daha nice insan üstü çabayla bu sezonda da kazı gerçekleştirmiştir. Şimdilerde ise bölge hakkında alınmış kararlar, Müzeler Anıtlar Genel Müdürlüğü kararları, Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu'nun tespitleri, Avrupa Parlamentosu başvuruları, uluslararası telkin, öneri ve mektuplar, Avrupa Birliği sözleşmeleri ve bağlayıcı maddelere rağmen, her türlü girişim ve çaba derdest edilerek; Allianoi'nin 2007 Mart ayında kaderini belirleyecek baraj sularının tutulacağı karar ivedilikle ve sessizce uygulamaya konulmak istenmektedir.Bölgenin kurtarılması; Allianoi'nin 2000 yıllık gün ışığı özlemi, tam da insanlıkla buluşmak üzereyken, yeniden ve daha da sert kararlarla karartılmaya çalışılması; ne Avrupalı girişimler ne Başbakan ve diğer bakanlıklar nezdindeki yazışmalar, ne de çabası ve duyarlığı burada yazılmakla bitirilemeyecek kadar çok sayıda olan girişim ve duyarlılık örneği, etkili olamamış; olamamaktadır.Sonuçsuz girişimler Yortanlı Barajı ile Allianoi arasındaki açmazı çözmek için başbakanlık tarafından bir komisyon oluşturulması istendi.

Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü'nün çağrısıyla toplanan akademik komisyon, 05-06.07.2005 tarihinde Allianoi'a gelerek inceleme ve istişarelerde bulundu. 18.07.2005 tarihinde raporunu tamamlayarak bakanlığa sundu. Komisyonun sonuç kısmında, "Heyetimiz yerinde ve kurul işlem dosyasında yaptığı inceleme ve değerlendirmelerin sonucunda, Allianoi olarak adlandırılan tescilli arkeolojik sit alanının, kültür tarihimize katkıları nedeniyle korunmasının tartışmasız olduğu; ancak bu amaçla sunulmuş olan koruma önerilerinin alanın korunması konusuna gerçekçi bir çözüm getirmediği görüşündedir" kararına vardı.Gelinen noktaŞu sıralar, Yortanlı Barajı'nın gövdesine ait çalışmalar bitmiş, çevre ile bağlantısını sağlayacak yol yapım çalışmaları ise süratle devam etmektedir.

Proje aynen uygulandığı takdirde, baraja su toplanmaya başlandığı gün -ki bu gün, 2007 Mart ayı olarak kararlaştırılmış bulunuyor- Allianoi'nin suya gömüleceği acımasız milat olarak kayda geçecektir. Yağış rejimi ve bitki örtüsü ile bağlantılı olarak yaklaşık 40-60 yıl arasında ömrü olduğu hesaplanan barajın ömrünün 100 yıl olduğu ileri sürülmekte, hatta gerekirse gelecek kuşakların 100 yıl sonra dolan baraj göletini oluşturan alüvyon tabakayı yeniden kazıyarak Allianoi'nin yeniden gün yüzüne çıkarabileceğine ilişkin gülünç ve mesnetsiz öneriler ortaya atılmaktadır. Bu süreçte birikecek 12-15 m. kalınlığındaki dolgunun Allianoi'yi koruyacağını varsaymak ve böylesi bir mirasın 100 yıl sonra üzerine bir 100 yıl daha eklenerek yeniden gün yüzüne çıkarılmaya çalışılacağını savlamanın nasıl bir anlayış olduğunu anlamaksa, bugünkü algılarla ne yazık ki mümkün görünmemektedir.

12 Mart 2011 Cumartesi

Enough is Enough! ya da Sabrın da Bir Sınırı Var!

Dün, üç gazeteci arkadaş bir ozalitçiye küçük birkaç fotokopi işi için uğramıştık. İşlerimiz yapılırken, hiçbir sektörde olamayacak kadar dikkat çeken etraftaki hummalı çalışma, benim de dikkatimi epey cezbetti.

Etrafa bakınırken bir köşede birkaç çalışanın bir kutuda şıkırtılar içinde bir şeyler yaptığına ilişti gözüm. Kutunun içinde, üzerinde “enerji üretmektir” yazan bir tür yuvarlak tenekeye basılmış yaka çıkartması gördüm.

Güya yeşil renkli doğa dostu bir sevimli yaratık, kollu, kuvvetli bir varlık olarak resmedilmiş; hemen bu sloganın ve tabi sevimli yeşil canavarın altına da çıkartmanın kime ait olduğunu anlatan “firma logosu” iftiharla yerleştirilmişti. Şaşkınlıktan dilimi yutacaktım.

Sevimli, yeşil figürün “canavar” olmasına mı, doğayı katledenlerin, derelerin suyunu kurutmayı “üretmek” olarak addetmesine mi, HES (Hidro-Elektrik Santralleri) adı altında suyumuza göz koyanların, kimseciklerin elinin değmediği, tek bir beton çivinin çakılmadığı adalar alarak, oralarda yaşamalarına mı, yarattıkları zulme karşı çıkan yoksulları jandarmaya, jandarmayı hükümete, hükümeti muhalefete, muhalefeti başka merkezlere şikâyet edenlere mi, neye şaşıracağıma şaşırdım.

Böyle bir tavrın adı yurttaşlıkla, vatandaşlık bilinciyle, üretici güçle, müteşebbis ahlakıyla filan anlatılamazdı. Bunu yapanlar insan, yaşadıkları yuvarlağın adı da dünya olamazdı. Buna “riya” denirdi sadece. Ancak bu sözcük bu kavramı anlatmak için ziyadesiyle yetersiz ve hatta masum kalırdı. Bu, insanlık onuruna, doğanın doğa olma hakkına, yaşamsal olanın ontolojik olduğuna, suyun ve toprağın kutsal olduğuna uymayan bir eylemdi. Bence savaş suçlarından daha büyük bir suçtu. İnsanı öldürmenin büyük suç olduğu dünyamızda, başka canlıların katline, hatta onların tek varlık nedeni olan doğayı katletmenin cezasının neden ödül olduğuna şaşmamak sadece vahşilik olabilir. Bunun için bu eylemi yapanların, yaptığı şeyin adı vahşetti. Evet, onu yapanlar da riyakâr birer vahşiydiler. Tarihin kirli tabletlerinde de böyle yer alacaklar.

Sözün burasında, HES'lere taraf olanlara sorumdur: Siz uğrunda öleceğiniz, şehit olacağınız Rabbinizden daha mı zekisiniz ki; O'nun yarattığı doğayı terbiye etmeye soyunuyorsunuz? O'nun verdiği börtünün, böceğin canına kıyıyor, O'nun ağaçlarını kesiyor, derelerini kurutuyorsunuz?

İsterseniz kusura bakabilirsiniz: Bence siz hem kendinizin hem benim Rabbime şirk koşuyor, kendinizi O'nun yerine koyuyorsunuz. Bunun için sizi lanetliyorum ve asla bağışlamanın erdeminden bahsetmenizi istemiyorum.

Sözün en namuslu, en masum, en sade haliyle; defolun vadilerimizden, çekin elinizi kurdun kuşun hayatından. O muhterem borularınızı götürün ve en müsait zamanlarınızda kendi egonuzu içinden geçirmek için kendi hastalıklı ruhunuza, aç gözünüze, olmayan vicdanınıza gömün. Bizim toprağımızın sizin beton borularınıza tahammülü yok. Anlamıyor musunuz?

Unutmayın, insanın toprağından başka hiç bir şeyi yoktur. Ne namusu sizin anladığınız gibi sadece bacak arasındadır, ne aklı, varlıklıyı ilelebet ilah belleyecek kadar seçkincidir, ne vicdanı iktidarın meşruiyet sınırları kadardır, ne de onuru, dili, dini, rengi, inancı, vs. sizin çizdiğiniz resmin içindeki riyanın tuzağındadır. İnsanın namusu toprağıdır. İnsanlar, en çok toprakları için ölebilirler, çünkü her şey ona dairdir. Namus da ona dairidir. Şahadet de ona dairdir, Tanrı da, yurt da, aşk da, sevda da ona dair... O yoksa hiç bir şey yok. Tanrı da yok, şahadet de yok, namus da yok, haya da... Hiç bir şey yok, hiç bir şey…



Haritadan da anlaşılacağı üzere ÖDA'nın (Önemli Doğal Alanları) tamamında HES ve baraj yapılacak.

Onun için su yoksa toprak da yok, yurt da yok. Toprak yoksa insanlık onuru da yok. Bu nedenle alın HES'inizi fesinizi gidin, yatağımızdan, mahremimizden çekin elinizi..! Tarz budur, inanç budur, insan budur. Sizinki sizin olsun lakin bizim Rabbimizle aramıza girmeyin. O'na şirk koşmayın kendinizi. O'nun verdiği hakka, O'nun bağışladığı cana dokunmayın..! Düstür budur! Talep budur! Ses budur!

10 Mart 2011 Perşembe

8 Mart, Kadınlar, egemen dil ve bir yanılsamasının gizli tarihi


Jean Baudrillard “Bir zamanlar Tanrı, doğal olarak İyilik’in elebaşıydı; ilahi bir aşkınlıkla ‘Yaratılış’ta ve ‘Doğa’da kullandı bu özelliğini. Modern ve Rousseaucu yorumda Tanrı, doğası gereği iyiydi; insan ise sapına kadar iyiydi; dünyayı olumlu hale getirmek için onu dönüştürmemiz gerekiyordu ve ‘Kötülük’ de yalnız ve yalnız bir kazadan ibaretti”, der.

Öyleyse tanrısal olan “iyi”ydi ve sonsuza kadar da bu iyi olma hali ideal döngüdeki karşılıklarıyla birlikte bulunacaktı. Bununla birlikte tanrısal olanın yeryüzündeki yansıması, nihai olarak insanın suretinde saklıydı ve aslında tanrıyı anlamak, insanın bedeninde (onun kulları üzerinden) zuhur ediyordu. Sırf bunun için bile insanın, yaratılmışların içinde en değerli canlı olarak zirvede yer alması gerekirdi. Zaten de böyleydi. Bunun için tanrı daima kendi kullarına benziyordu. Ancak bir sorun vardı. Her nedense tanrı daima eril bir prototip olarak tanımlanıyor, ona atfedilmiş bütün yetenekler eril bir dilin içinden tanımlanıyordu. Bunun için tanrı her şeyden önce ve en önemlisi de proto-feodal dönemlerde bütün tanımlarıyla birlikte kutsanıyor, onun imgesi hayatın bütün karşılıklarında “her şeye muktedir olan varlık” tutkusuyla idealize ediliyordu.

Peki, kim yapıyordu bu tanımlamayı? Elbette “Erkek”. “Erkek adamın tanrısı da erkek olurdu” anlayışı tarihin en eski zamanlarından, inancın en erken dönemlerine kadar her süreçte mevcuttu. Şöyle ki; ilk tanrılar daima eş zamanlı olarak sistemin koruyucuları içinden çıkıyordu. Sistem sahibi olan irade, hem kral, firavun, şef, vd. oluyor, hem de tanrı olarak karşılık buluyordu. İlkel toplumlarda da böyleydi, şefliklerde de, ilk krallıklarda da... Antik Mısır Firavunları da böyleydi, Mezopotamya’nın Tanrı-Kralları da, Mezo-Amerika’nın İnkalı, Mayalı idarecileri de… Sözün burasında “Ana Tanrıça” kültüyle ilgili sorular akılları kurcalayabilir; ancak unutulmamalıdır ki; Ana Tanrıça tanımlaması da yine erkek egemen bir dilin tanımlamasıdır ve hiçbir zaman gerçekliği konusunda yeterli kanıt bulunmamıştır. Zira bu konuda bilinen en kesin verilerin arkeolojik kazılardan ve muhtelif zaman ve yerleşmelerden elde edilmiş örnekleri üzerinden kurulur ki; ne kadar doğru olduğu daima tartışılacaktır. Çünkü Ana Tanrıça kültünün atfedildiği tarihöncesi yaşam ve dönemlere ilişkin elde edilmiş yeni bulgu ve belgelerin gösterdiği istikamette yürütülen çalışmalara bakıldığında, o dönemlerde de egemen dilin ve ontolojik sembollerin ataerkil olduğu görülecektir. Urfa heykeli, Göbeklitepe buluntuları ve daha birçok yeni belge ve bulgu bu yaklaşımı destekler niteliktedir.

Konumuza dönecek olursak, bazı soruları sormak kaçınılmaz olacaktır. Peki ama neden tanrıların kendisi erkek oluyordu da onları doğuranın bir kadın olduğu gerçeği gözden kaçıyordu? Kadın neden kendi yeteneklerinin ve yeterliliklerinin farkında değildi? Ya da farkında olunsa bile bu anlayışın erkek egemen olmasındaki sır neydi? Bu gibi sorular, kadının mevcut anlamlarının tarihsel arka planında duran gerçek sorular olarak hala cevaplanmayı beklemektedir. Oysa kadın doğurgan olandı ve bu yeteneği tanrının erkek olma anlayışıyla doğrudan çelişiyordu. Toprağın doğurganlığı kadar gerçek ve bereketli bir yetenek neden tanrısal zirveden tanımlanmıyordu? Gerçeğin kadından yana olmasına rağmen, iliklerine kadar erkek egemen bir dilin ve bu minval içtihatların yürürlükte olması nasıl açıklanabilirdi?

Bütün bu soruların tek bir karşılığı olabilir. Erkek fiziksel gücünü acımasızca kullanıyor/du. Başka hiçbir açıklaması olamayan bu realite, özünde “zamandizin”in bazı dönemlerinde yetenekli kimi kadınların etkin olduğu coğrafyalarda aşılmış olsa da özünde genel gerçekliğe etki edemeyecek kadar güçsüz olmuştur. İnanna (MÖ 3000 yılları), Büyük Kral Hattuşili’nin eşi Tavananna Puduhepa (M.Ö. 13), Cleopatra (M.Ö 69-30), Aquitaine’li Eleanor (1122-1204), Jeanne d’Arc (1412-1431), Mirabai (1498-1565), Hürrem Haseki Sultan (1500/1506-1558), Catherine de Medici (1519-1589), Rosa Luxemburg (1870-1919), Prenses Diana (1961-1997), gibi istisna örnekler kategori dışı tutulursa, süreç tamamen bu çerçevede yaşanmıştır.

Şimdi en kaba hatlarıyla fotoğrafı çıkarılmış olan bu tarihsel gerçekliğin, en derin acılarından modern dünyanın eşit haklarına sahip bireyi olmak için sürdürdüğü mücadelede yer almış olan “kadın”ın, mevcut resminin ne olduğu ortalama zekâsı olan herkesin malumudur. Bunun için özellikle geri bıraktırılmış toplumlarda görüldüğü biçimiyle, inanç sistemleri ve ontolojik olanla kurulan sıkı bağların aslında erkek egemen anlayışı sürdürülebilir kılmak için devam ettirildiği kimin dikkatinden kaçabilir ki?

Yukarıdaki alıntıya dönecek olursak, eğer Tanrı bu kadar ideal bir “iyi” idiyse, neden onun yeryüzündeki sureti olan kullarından özellikle onunla özdeş olan Tanrı-Kralların teşvik’i mesaisiyle kadın daima ötelenen, şiddet gören, itilip kakılan, her türlü zulmün müsebbibi ve hatta öldürülesi şeytan/cadı(!) olarak anlatıldı ya da tanımlandı? İşte bu soruların cevapları bulunamadığı için kendi haklarının mücadelesini üstlenen kadınların peşinden koştuğu bir gerçeğin ete kemiğe büründüğü tarihin adı 8 Mart olarak konulmuştur. 8 Martın bilinen meşruiyetini, basmakalıp hikayesini her isteyen internetteki arama motorlarından ya da basit ansiklopedilerden bulabilir. Bunun için ben burada bu durumla ilgilenmeyeceğim. İsteyen onu daha kolay yollardan ezberleyebilir. Bu nedenle işin özetinde saklı tarihselliği teşhir etmeyi daha makul bulduğumu belirtmeliyim.

Kadınlar 8 Mart tarihinin anlamlarını, emeğin ve eşitliğin tarihi olarak tanımlıyor, bu hakkın hayatın bütün alanlarında realize edilmesini istiyorlar. Bu nedenle her eşit insanın, bacaklarının arasındaki uzuvları referans olmaktan çıkarması ve bu gerekliliğin hayattaki bütün karşılıklarının eşit bir üretime dayalı olduğunu kavraması gerekir. Zira unutulmamalıdır ki; hakkını savunmak algısı, ortada bir haksızlığın yapıldığının kanıtıdır da... Paradoks da burada başlar. Bu nedenle, “erkek”, egemen olmaktan çok “eşit olan” algı üzerinden davranış geliştirebilirse, “kadın”, bir hak teslimi lütfünün psikolojik ve toplumsal baskılarından arınmış olacak, özgüven sorunu yaşamadan hayatını sürdürecektir. Bu nedenle söylemek istediklerimi tarihsel ve kuramsal terminolojiden arındırarak, güncel olana ilişkin bazı çağrışımların diliyle 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’ne ilişkin hissiyatıma yer vermek istiyorum. Lakin tek sıkıntım var. Yürütülen çalışmalarda bazı aklıevvellerin, sözümona zeki reklam yazarlarının bulduğu bir slogana büyük itirazım var. Bilen, anlayan varsa beri gelsin! Ne demektir, "Kadına şiddet uygulayan, erkek değildir!" salaklığı. Bu ne denli eril bir şiddetin ağzıdır böyle, salya sümük...!

Ziyadesiyle kişisel tercihimdir. Ben hep “Çiğnenmemiş Güller”i sevdim. İster zaman içinde ister "Zaman Dışı Yaşam"lar için çalsındı kapım; ben hep saçı belinde perilere vardım. Periler hep kadındı. Bunun için de bazı geceler uykum kaçtı. Bazen acıdan ellerim titredi. Dilimi kestim dişlerimle… Ne zaman sokakta yaşamak zorunda olan yaşlı bir kadın görsem, o zaman insanlığımdan utandım. Hep annem geldi aklıma; ya benim annem olsaydı bu yağmurun altındaki, ya bu ıslak, bu mosmor eller, bu acılı yüz annem olsaydı ve ben çaresiz bir aciz olsaydım, nasıl yaşardım acaba diye geçirdim içimden. Ne zaman bu hali görsem, üstüm başım acılar içinde çevirdim anahtarı evime girerken. O evin kapısı hep bir utancın kapısına dönüştü. O memleketi yadsıdım, o sistemi yargıladım, o toplumdan utandım. Ben nedense, yaşlı bir kadını sokakta kalmasını içimde hep onulmaz bir yara gibi işledim.

Bunun için, artık rahatlıkla söyleyebilirim: Sevgili kadınlarımız, bilmelisiniz ki; bir sevgili olmak için değil, bir dost olmak için bile sizinle aynı MORun içinde aç uyur bazı adamlar. 8 Mart'ınız kutlu olsun; emekleriniz için hepinizin en yorgun hallerine hürmetim olsun!

Niçe'nin tanrısı Zerdüşt'tür!

Asi bir cansın, biliyorum. Avucunda ateşle dolaşıyorsun. Ayakların yetişemiyor göğsünde seğiren kalbin hızına. Susmaktan nefret ediyorsun. Acelen var. Biliyorum, bunu da biliyorum. Lakin toysun.

Oysa yetişir. Bütün işler yetişir. Unutuyorsun, tanrı kendi düzenine halel getirmez. Bildiklerin O'nun iznine tabidir sanırsın, oysa O'nun sana bir şey yaptırdığı yok. Sen, sadece genel bir komut içresin ve keskin sirke olman sadece kendi midende ülser olabilir. Bu ne sana büyük bir erdem sunar, ne tanrınla arandaki ilişkide büyük bir sır olur.

Bu minval bir iki ses çıkarmak, bir kaç sözün bedeninden ulaşmak isterim sana.

1- Niçe'nin tanrısı Zerdüşt'tür, ona ben de tanrı gibi bakarım, der ki: "Kul istemezse, tanrı kim olur..." Lakin unutma ki, aynu Zerdüş, "tanrı benim" der.

Bu minval yani!

2- RİCA: Bu telden bağlanmış hayatın, bu riskle kaynamış dilin özelliği ölmüş mü bilmem, ama bildiğim bir şey var: İçimizdeki sır daima dışımızdakinin denizidir. İçerisi deniz yani... Sen oraya bakmayı becerenlerden ol..! Tek kusur niye bu isyan sanki..! Hem istersen suç yaratıp bende deşme hünerini. İncinirim, canım var benim de..!Etim. Kemiğim.

3- HATIRAT: Çünkü bilmenin anlamaktan daha gerçek bir yanı var. Bilmek, yaşanmış olana dairdir. Anlamaksa sezgiye çıkar. Bu böyledir. Kuralı ben koymadım ki..! Bunun için her soru, her yerde sorulmaz. Her söz, her zaman söylenmez. Her talep, herkesten istenmez. Bunun için isteğe ilişkin söyleyeceklerim, sadece benim değil, senin de dilinde kurur. Ama kısası şudur: Çocukluğum, yara bere içindedir, seni de beni de kanatır, iyi değilim o yerde. Üstüne gitmesen, çekmesen beni de o karanlığa yeniden, ne var sanki..! Korkarım; ya her şey bir dehlize düşmekle başlarsa yeniden, sana küsersem sonra. Büyük küserim..! Ne lüzumu var..?

4- ÖNERİ: Sırf arzuna feragat eden bir dili bulamadın diye fırtına olamazsın! İnciteceksen, gözüme parmağını sokmana gerek de yok. Fısıldasan duyarım zaten. Sussan suç olurum. Aklını kendine al, benim bir kederim var zaten. Unutuyorsun, "herkesin bir derdi var, durur içerisinde."

İstemezsen yazmazsın. Olur, biter. Parmak niye sallarsın?

William Blake ve "Başkasının Kanatları" Üzerine...

"Kendi kanatlarıyla havalanan hiçbir kuş, yükseklerde uçamaz", dermiş William Blake.

Büyük itirazım var bu söze!

William, her zamanki gibi fazla karamsar ve bir o kadar da başkasına bel bağlayacak çaresizliğin içinde imiş.

Zira bilirim ki; "yeryüzünün en yüksekten uçan kuşudur şahin ve sadece kendi kanatlarına yaslar rüzgârı."

Yani derim ki ben de;

"Göğün hakimi olmak için sadece kendi kanatlarınıza güvenmeniz gerekir.

Ancak o zaman çıktığınız yüksekliği anlayabilirsiniz. Ancak o zaman rüzgâr dolu kanatlar ve mavi bir gök için tanrınıza hürmet edebilrsiniz."