Kendi
yarattığı cehennemi görmezden gelen riyakârlıkların toplumudur Türkiye toplumu.
Doktirinsiz ve metaforsuz yaşarken, kendine ille de travmalar yaratmakta üstüne
yoktur. Bu toplumun gelenekleri kendine acılar yaratan bir pınar gibi işler.
Daima ince ince sızar. Büyük bir sükûnetle ama asla vazgeçmeyen bir sadizmle
kendini kanatır.

Bu
toplumda iktidarlar da iktidar adayları da siyaset biliminin hiçbir erdeminden
nasiplenmemiş, tamamı o erdemin asla ve kat’a kabul etmeyeceği çıkar
politikalarının en amansız projelerini üretmiştir. Bunun içindir ki, iktidarlar
daima seleflerinin taklidi olmuş, vaatlerinin adı değişse de iktidar
olunduğunda daima devletin kendisine dönüşmüş, hiç durmadan aşılmaz duvarlarla
çevrilmiş ve hukukla kalkanlar kuşanmış bir sistemin ve onun sınırlarını
çizdiği görünmez değerlerin, politikaların uygulayıcısı olmuştur. Üstelik bu iktidar kavgası daima iki tribünlü
bir arenanın karşı tribünleri gibidir. Meydana
çıkan kahramanlardan hangisi daha mahirse onun taraftarı olan tribünün sesi daha
gür çıkmıştır. Hâlbuki özde ne taraftar değişmiştir, ne taraftarlığın
kriterleri ne de oyun kurucuların hedef ve amaçları. Bu nedenle hiç kimse arenanın
dışını, kale arkasını, dışarıda kalmış olanı merak etmemiş, her biri kuyruk
sırasındaki seyirci adayının gönlünü almak için yırtınıp durmuştur. Yani ötekisi
daima öteki olan bir toplumdur burası.
Rum’u
hep Rum, Kürd’ü daima Kürt, Ermeni’si hep Ermeni… Solcusu, eşcinseli, yoksulu,
işçisi, Alevisi, komünisti, dindarı hep aynı, hep öteki, hep itilmiş, hep
horlanmıştır. Asiller beyazdır burada. Onlar renksiz, ideolojisiz ve lakin
buranın yegâne sahipleridirler. Onlar kendi aralarında iktidarı bölüşürler,
bazen tepişseler de daima birleşecekleri kadim sırları bulunur, hiçbir ötekinin
o sırlara vakıf olduğu görülmemiştir. O sırlar, asilleri bu toprakların, bu
devletin, bu göğün, bu dağların ve denizlerin sahibi yapar. Bunun için ne
sırlarını ne de iktidarlarını ötekilerle asla bölüşemezler. O sırlar derin
dehlizlerin en ışıksız, en sırlı odalarında saklanır. Bunun için ötekilerin
düşleri hep en tatlı yerinde kesilmiş, uykuları en derin anında bölünmüştür.
ÖTEKİLERİN DÜNYASINDA KURULMUŞ BİR ROMAN
Bu
yazı, bütün bu sancıların çıkmaz bir sokakta sahnelendiği, sancılı ötekilerin
itilmiş dünyasında kurulmuş bir romanı haber vermek içindir. O roman, Sibel
Oral’ın Zayi’sidir.
Yazarın
mülakatlarından birinde aktardığı şekliyle Zayi’nin kahramanları ve içinde
bulundukları mekân şöyledir: “… kırık dökük, tarihten yaralı
evlerin içinde oturuyor romanın kahramanları... Karşılarında da bir mezarlığın
üstüne yapılmış metruk, leş, yarım kalmış bir bina. Kat kat acı var, kıyım var,
ah’lar var. Orası bizim 70- 80 yıllık tarihimiz, belki de daha fazlası… Faniler
girmiyorlar, çünkü orada kendi tarihleriyle yüzleşemedikleri için kendilerinden
utanan insanlar var... Kanırttıkça kötü bir koku çıkacak, çok belli”, diyor ve
ekliyor Sibel Oral, “… Eminim ki onların da tüm bu olanlarda payı var.”
Ülke
gerçeklerinin referans olarak alındığı Zayi’de, ülke açısından içinde bulunulan
durum genel anlamda bir çıkmaz sokağa benzetiliyor. Büyük bir ironiyle işlenen
konular da kendi ritmi içinde belirsizlikler, bulanıklıklar ve içi
hesaplaşmalarla zuhur etmektedir. Bunun için resmin tamamında bir matem ve
kasvet sezilmekte, gökyüzü hep gri bir solgunluğun altında durmaktadır. Zira o
çıkmaz sokakta yaralılar var, terk edilmişler, Ermeniler, Rumlar, eşcinseller,
kendi zorlama kimliğini bir türlü benimseyememiş asiller, komünistler ve
diğerler… Yani o çıkmaz sokak, bütün ötekilerin içinde bulunduğu, yaşlı, kadim
ve acıklı terk edilmişliklerin, yorgun hikâyelerin, yıpranmışlıkların,
kimsesizliklerin sığınma evi olmuş. Bu hal, o sokağın kaderi gibidir. Her şey
ve herkes bu gerçeğin parçasıdır Zayi’de ve ziyadesiyle umutsuz ve trajik bir
fotoğrafın içinde dururlar.
Zayi, bu
özellikleri nedeniyle okunması zor, kederi yüksek bir eser olarak duruyor
karşımızda. Ancak o kadar gerçek bir çalışma ki, herkesin bildiği, ısrarla
görmezden geldiği gerçeğin de ta kendisi olabilmiş. Zayi bir Türkiye fotoğrafı
gibidir. Eksiğiyle fazlasıyla bir Türkiye fotoğrafının izlerini taşımaktadır. Bizde
uzun yıllardan beri olayların hareket merkezi daima etnik ve politik meseleler
olmuştur. Bu meselelerle ilgili bitmek bilmeyen tahammülsüzlük, öteki olmanın,
onu yaratmanın da en temel dayanağı olmuştur. Bu yanıyla kendi ülkesine, kendi
tarihine, kendi toprağına, değerlerine, kendi toplumuna küsmüş, ona
yabancılaşmış, susmuş o kadar çok insan var ki, sayısını tahmin etmek bile
imkânsız. Zayi, işte bu insanların sadece küçük bir kısmının hikâyesinden
kesitler sunuyor. Zayi’ de atmosfer boğucu olsa da, ziyadesiyle gerçek ve
yazarın başarılı ifade yeteneği sayesinde de çıplak ve etkileyici bir tragedya
havasına dönüşmüş. Bu yanıyla oldukça etkileyici, tahammülü yüksek okurun
vazgeçemeyeceği türden bir eser olmuş.
KAHRAMANLARIN HEPSİ KAYBOLMUŞ
Eser
ortaya çıkarken yazarın ünlü sıkıntı ve kırılmalarımızdan ziyadesiyle
beslendiği anlaşılmakta. “6-7 Eylül olayları, Varlık Vergisi, 1915 Olayları, 30
küsur yıldır süren savaş, yolsuzluklar, kadına yönelik göz göre uygulanan
şiddet, eğitim sorunu, faili meçhul cinayetler, darbeler, işkencede ya da
gözaltında ölenler... “ gibi büyük travmalarımız,
her şey, her kırılma bu eserde tutunacak bir dal bulabilir kendine. Sonuçta bu eserin çıkış noktası bu ülkede
yaşanan adaletsizlik ve o adaletsizliğin neden olduğu derin yarılmalar ve
insanlar arasında yarattığı büyük uçurum.
Eserin adı “Zayi” olarak düşünülmüş, çünkü yazarın kendi ifadeleriyle; “Kitabın
adı “Zayi”, çünkü romanın kahramanlarının hepsi ülkenin ya da kendi bireysel
tarihlerinin içinde kaybolmuş. Biri, birileri yolunu kaybettirmiş, şaşırtmış
onları.” Bu nedenle büyük bir savrulma, büyük bir kovulma hali var ve ortada
dolaşan bir de büyük bir adaletsizlik hali duruyor…

ZAYİ
Sibel Oral
Turkuvaz Yayınları
2011, 186 s., 13.00 TL. http://www.aksam.com.tr/zayi-umutsuz-bir-roman--99051h.html