22 Aralık 2011 Perşembe
Turkish Poetry in English
16 Aralık 2011 Cuma
CERN ile Badem Demokrasi'si

Onlarla birlikte peydah olan demokrasi gibi; o da varla yok arası..!
Hatta hayat da giderek öyle oluyor buralarda; o da varla yok arası..!
Tuhaf..!
Bu aralar her şey mi varla yok arası ne..!?
Ben şimdilik aslolan CERN diyeyim, başka da bir şey demeyeyim.
Zira devletler dağlar kadar büyüttükleri, küçük aslında aciz politikalarının esas mesele olduğunu var saymayı sürdüredursunlar; biz yine de esas meselenin tanrıya ait bir parçacık olduğunu bilelim ve kendi yarattıkları meseleleri dünyanın kaderi zannedenlere de kıçımızla gülelim ki, hakikat bize sırtını dönmesin.
Zira başkalarının yarattığı manipülasyon denizinin hakikatin huzurunda bir yağmur damlası kadar bile değerinin olmadığını her fani bilir.

15 Aralık 2011 Perşembe
Hayatın İki Yüzü İnsanın İki Yüzüdür

7 Aralık 2011 Çarşamba
1473 Baharında Otlukbeli Ovası’nda Savaşın Ortasında İki Sevdalı Kirpi
Jack London’un Beyaz Diş’ini ve Vahşetin Çağrısı’nı ilk okuduğumda sanırım ortaokul ikinci sınıftaydım. Kıştı. Hazin bir yıldı. Ardahan’daydım. Soğuktu. Kar iki adam boyuydu, buzlar saçtan yapılmış çatılardan birer tersine sütun gibi sarkıyor, yeri öpmesine ramak kalıyordu. İki kitabı da nefes nefese, aynı hafta içinde okumuştum. Ondan sonra daha kaç kez okudum, hatırlamıyorum. Ben onları okuduğumda Aras Nehri buz altındaydı. Gece yıldızlar, mavi göğün ateş rengine bürünüp, kurtlar Kuşuçmaz Köyü’nün yahut Borluk Vadisi’nin kalbinden ulurdu. Ben o seslere yürümek, o dualara karışmak isterdim. İçimden kurt olmak geçerdi. Bir adamın böyle bir şeyi nasıl olup da anlatabildiğini bir türlü anlayamamıştım. Hâlâ da anlayabildiğimi söyleyemem. Böyle bir anlatmak sadece kurt olunca mümkün olacakmış gibi gelirdi.
Zaman seksen darbesinin hemen sonrasıydı. Ailemden çok kimse, bilhassa abim sakıncalı kimselerdi. Eve gece yarılarında gelirdi. Gün gözüyle görmediğimiz uzun olmuştu. Ben çocuktum, pek kavrayamazdım ama deli gibi hissederdim; hislerim pek tekin şeyler değildi. Korkunun benden bağımsız sindiği, çöreklenip terk etmediği tedirgin bir ağırlığı vardı. Her şey griydi. Çok griydi, yer griydi, gök griydi. Masmavi göğün altında geceler griydi, yıldızlar gri… Kar cana kastetmek için inerdi bulutlardan. Kurtlar kapı deliklerinden, bacalardan evleri gözlüyormuş kadar karartıp gözlerini, ahırlara, kümeslere vahşetin korkunç soğuğunu sürerdi. Bütün köyün köpekleri havlar, yer yerinden oynadığında ya şerre ya da sevince açılırdı kapılar. Ne zaman köyde köpek sesleri birbirine karışsa, ne zaman Kont ve Roppo (Her ikisi de en sadık dostlarımız, Karabaş kırması Kangallarımızdı.) zincirlerini koparırcasına vursalar, sonra birden mırıltılarla sussalar, kuyruk salladıkları, tanıdık bir kokuya sokuldukları anlaşılırdı. Anlardık. Kapıda, duvarın dışında, karın ve vahşetin uykusunda abim ve dostları vardı. Tam böyle bir zamandı, Beyaz Diş’i ve Vahşetin Çağrısı’nı okuduğum kış.
Aynı duyguları Richard Bach’ın Martı Jonathan Livingston’unda, Cervantes’in Don Quijote’unda -Rocinante için- yahut John Fusco’nun Hidalgo’sunda da yaşamıştım. Her üç eserde de mücadelenin ve umudun suç ortağı, dostluğun gönüllü atı olmak istemiştim. Şimdi bir başka eserde aynı duyguya geri dönüyorum. Üstelik bir ilk romanın şiirsel aşkının tam ortasında. Canım kirpi olmak istiyor. Bedia Ceylan Güzelce’nin romandan çok, uzun bir şiiri andıran metaforlar ve aforizmalarla yüklü 1473 adlı romanında deli divane kirpi olmak istiyorum. Dikenleri minare, sevdası kan, damı in bir aşk olmak istiyorum. J. Derida’nın şairi ve şiiri olan kirpileri değil, Bedia Ceylan Güzelce’nin 1473’ündeki kirpileri olmak istiyorum. Savaşın ve zulmün ortasında açmış iki mor kantaron, iki meraklı, ince gelincikten biri olmak istiyorum. Kanın ve vahşetin ortasında, umudun, aşkın ve inanmanın dili olmak için ben, o kanamalı kirpilerden biri olmak istiyorum.
İnsan bazen nelerden vazgeçemeyeceğini, hangi keyfin tadına hangi dilden varacağını zamana bırakmalı. Çünkü bazı hikâyeler vardır ki onlardan aldıklarımızı, başka hiçbir şeyden alamayız. Hem zamanı hem de duygusu çok gerçektir ama illaki doğayla kurduğu ilişki mihenk taşı olur. Anlamanın da bir dili vardır. Onu bilmek ayrıdır, ortaya koymaksa bambaşka... Marifettir. Bu marifeti bütün anlamlarıyla karşılayan bir kitap okudum son zamanlarda. Bu yazıda onu anlatmaya çalışacağım size. Uzatmayacağım sözümü ama yazarına terkedeceğim sık sık sahneyi, yoğurmayacağım, yormayacağım. Tıpkı yazarı gibi sözcüklerin tasarrufuna, dilin anlamlarına bırakacağım sizi. Kısaca ve öz olarak bir çift kirpinin gözünden bir savaşın hazin kahrına tanık olmanın kederine uzanacağım. Bedia Ceylan Güzelce’nin ilk romanına, -şiirsel uzun hikâye mi desem- 1473’ün sırrına… İki büyük sultanın derin ve dinmeyen savaşına bakmaya çalışacağım…

Bedia Ceylan Güzelce
18 Kasım 2011 Cuma
Van Şimdi Kar Altındadır..!

Ve kapandı göğün kapıları, şimdi sıratın bekçileri var Van'ın karında..!
Ahh! Bahar, ne kadar da uzak şimdi..!
İnsaf etme!
Unutma sana zulmün karını yağdıran bu kubbeyi kendine aşk belleyeni..!
Tertemiz kahret bu göğü!
Tertemiz em bildiğin bütün özleri!
Tertemiz küfret yok say bu göğün altında bir canlık tahammülü.
Söv ve gir günaha!
Yasak ama ateşli bir sinenin büyük şehvetine yenil ve bil ama, her kul sövmez bu sırra!
12 Kasım 2011 Cumartesi
İMTİYAZLI AİDİYETİN MUHALEFETE ŞERHİ
İşte bunun için, güçlünün tarafında, imtiyazlı mevkilere doğmuş olanların vicdanlarına karartmaması gerekir. Onur budur! Bu onur için kendini egemen sınıfın hanesinde farkeden ve sesi benim ve diğer bütün ezilenlerin sesinden gür çıkabilenlerin, sahip oldukları mevkilerle hesaplaşması ve o üstün aidiyetlerinin yalancı kulelerinden inip, düşkünlerin elini tutması gerekir. Ancak o zaman buna insanlık onuru denebilir.Peki, iş böyle olunca ezilenin, ötekinin, düşkünün, yoksulun, zulme uğramış olanın, ... hakkını egemen olandan ve onun çizdiği göğün altında imtiyazlı haklarla donatılmış olandan beklemek hangi vicdanın çizdiği sınırdır. Güçsüzün hakkını, güçlünün kudretli mevki sahiplerinden beklemek hangi terazinin erdemi olabilir ki! Egemen olandan, ezilenenin haklarına cevap olacak vicdanı beklemek nasıl bir çaresizliktir bilen var mı?
11 Ekim 2011 Salı
Mevzu..!
Mevzu, kalbini elinde taşımak değil, onu nereye koyacağını bilmektir..!
Mevzu, yalnız sizin kaybettiklerinizin değil, ötekinin de kaybettiklerinin farkında olabilmek, ona saygı gösterebilmektir..!
Mevzu, salt dağların zirvesinde değil, aynızamanda kuyunun da dipsiz derinindedir..!
Mevzu, şairin dizesinde değil, kahkahasında ışığı büyüten çocuğun düşündedir..!
Mevzu, senin tek koltukluk aşk diye daralttığın dünyada değil, hürmetin büyüdüğü evrenindedir..!
Mevzu, gecenin karanlığında ürküten korkuda değil, onu ince bir sızı gibi yaran aydınlık düşünkanadındadır..!
Mevzu, canım dediğin kavgada ölmekte değil, kavgam dediğin ölümden esirgeyen candadır..!
Mevzu, ayıklanmış böylesi aciz sözlerde değil, osözleri kalbinde yara gibi büyüten bedenlerdedir..!
6 Ekim 2011 Perşembe
Toprak...
30 Eylül 2011 Cuma
BDP’nin Meclis’le İmtihanı…


Mevzu, kalbini elinde taşımak değil, onu nereye koyacağını bilmektir..!
Mevzu, yalnız sizin kaybettiklerinizin değil, ötekinin de kaybettiklerinin farkında olabilmek, ona saygı gösterebilmektir..!
Mevzu, salt dağların zirvesinde değil, aynı zamanda kuyunun da dipsiz derinindedir..!
Mevzu, şairin dizesinde değil, kahkahasında ışığı büyüten çocuğun düşündedir..!
Mevzu, kimsenin tek koltukluk aşk diye daralttığı dünyada değil, barış herkesin elbirliğiyle hürmeti büyüttüğü evrendedir..!
Mevzu, gecenin karanlığında devleşen, ürküten korkuda değil, onu ince bir sızı gibi yaran ve o aydınlık düşün peşinden koşan anka’nın kanadındadır..!
Mevzu, hiç kimsenin canım dediği kavgada ölmekte değil, kavgam dediği ölümden esirgeyen öteki candadır..!
Mevzu, ayıklanmış böylesi aciz sözlerde değil, o sözleri kalbinde yara gibi büyüten ve o yaranın başka canlara çare olması için çırpınan bedenlerdedir..!
23 Eylül 2011 Cuma
Muhafazakâr Bir Çelişkinin Romanı...

Zira A. Galip, Mehmet Eroğlu için Edebiyat ve Eleştiri dergisinin 2002 Aralık sayısında "Mehmet Eroğlu'nun herhangi bir romanı ile tanışanlar bütün eserlerine ulaşıp tiryakisi olmaktan kurtaramazlar kendilerini. Eroğlu, sanat camiasından uzakta, edebiyat magazinine bulaşmaksızın, köşesinde kendini işine vakfeden biri olarak bugün artık göz ardı edilemeyecek bir roman anlayışı oluşturabilmiştir," diye yazar.
Bunun içindir ki, bizim bu sayıdaki yazımızın konusu, 1974-76 yılları arasında iki yıllık bir sürede tamamlanan ilk romanı Issızlığın Ortası'nın (sonraki baskılarında Issızlığın Ortasında) 1984 yılında yayımlanmasının ardından tam onbir romanı, beş senaryosu yayımlanmış, çok sayıda edebiyat ve sinema ödülü almış, kendine has anlatım tekniği, özgün ve sıradışı kurgusu, sürükleyici diliyle Türk Edebiyatı içinde nevi şahsına münhasır bir yer açmış, o usta yazarın son romanı olacak. Kitaba ilişkin gözlemlerimizi aktarmadan önce, yöntem olarak benimsediğimiz üzere yazarın biyografisine ilişkin bir kaç cümlelik kısa bilgiyi aktarmakta yarar var.
1948 İzmir doğumlu olan Eroğlu, Eski adıyla İzmir Maarif Koleji olan bugünün Bornova Anadolu Lisesi'ni, ardından ODTÜ Müh. Fakültesi İnşaat Mühendisliği Bölümünü bitirdi. 12 Mart Askeri Darbesi döneminde Sıkıyönetim Mahkemesi tarafından Dev-Genç davasından yargılanıp, TCK'nın meşhur 141. ve 142. maddelerinden 8 yıl mahkumiyet ve 2 yıl sürgünle cezalandırıldı. 1974 genel affına uğradı ve cezası kaldırıldıktan sonra 1989 yılına kadar 15 yıl boyunca kamuda kendi mesleğini icra etti. 1989 yılında siyasi baskılar nedeniyle çalıştığı kurumdan istifa eden Eroğlu, bir taraftan mesleki kariyerine devam ederken bir taraftan yazın hayatını sürdürdü. 1999 yılına gelindiğinde, Eroğlu iş hayatına tamamen nokta koyup, yazın hayatına ve Um:ag (Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı) bünyesinde, kendi tanımlamasıyla, yazma seminerleri kapsamında yaratma cesareti, kurgu ve senaryo teknikleri dersleri vermeye başladı. Yazarın aldığı ödüller arasında Orhan Keman Roman Armağanı, Madaralı Roman Ödülü ve Milliyet Roman Ödülü de bulunur.
Yazar Fay Kırığı Üçlemesi'nin neden ve nasıl ortaya çıktığına ilişkin açıklamasında, "Türkiyenin bir profilini çıkardığınızda, temel üç fay hattının olduğunu görürsünüz," diyor. Eroğlu bu başlıkları 1- Yoksulluk ve Zenginlik çelişkisi, 2- Laiklik ve İslam Çatışması ve 3- Kürt-Türk ihtilafı olarak sıralıyor. Zira üçlemenin ilk kitabı olan Mehmet, birinci şıkkı; ikinci kitabı Emine ise ikinci şıkkı aktarıyor. Üçlemenin son kitabı olan Rojin'e ise son şık kalıyor. Emine, üçlemenin ikinci romanı olarak 1990 ile 2005 yılları arasındaki 15 yıllık süre için Türkiye'nin panaromik bir romanı olma iddiasında.
Fay Kırığı II:Emine
Agora Kitaplığı
579 sayfa, 2011
EMİNE ARKA KAPAK YAZI
“Kendi dünyanıza ait olmayan birisini inançlarınızdan, yaşam tarzınızdan hatta geleceğinizden vazgeçmek pahasına severseniz neler olur?
Fay Kırığı Üçlemesi’nin ikinci kitabı “Emine”, işte bu soruya verilebilecek cevapları arar. Zenginliğinin tüm ihtişamına rağmen muhafazakar yetiştiriliş tarzıyla modernite açmazına sıkışıp kalan roman kahramanı Emine’nin öyküsünün ön planında aşk ve gerçekler arasındaki ezeli çatışma yer alırken geri planda ise sevgi ve tutku, masumiyet ve günahkârlık, onur ve yalan gibi zıtlıkların yarattığı gerilim, karakterlerin dramlarını daha da belirginleştiren koyu bir fon oluşturur.
Mehmet, yükselen Müslüman burjuvazisinin temsilcisi Kadıoğulları İmparatorluğu’nun varislerinden Emine ile evlenerek hem büyük bir zenginliğe hem de gerçek bir aşka sahip olur. Peki evlilikleri ve aşkları, birbirinden farklı iki dünyayı birleştirerek yeni bir dünya yaratabilecek mi, yoksa onları kendi yalnızlıklarından daha büyük bir yalnızlığa mı mahkum edecektir... Roman boyunca aşklarıyla birlikte kendilerini keşfeden iki kahramanın dokunaklı yolculuğu ve yükselen İslami sermayenin ülke kaderine egemen olma süreci birbiriyle ilintili bir kurguyla resmedilir.
Mehmet Eroğlu, bir anlamda aşkın ve yitirmenin öyküsü olarak da tanımlanabilecek bu romanında modern Türkiye’nin politik, dini ve kültürel fay hatlarıyla birbirlerinden ayrılan bireylerinin kaderlerini, girift bir olay örgüsü içinde ustaca çizerken, bir yandan da Müslüman hareketin, ülkenin yönetimine hakim olan liberal kapitalist çizgisinden farklı bir yönüne, toplumcu damarının varlığına güçlü bir vurgu yaparak yeni tartışmaların kapısını aralıyor.
7 Eylül 2011 Çarşamba
Unutmayacaksın, herkesin bir hikayesi var..!

Birinin hakkını gaspedip, onu radikal reflekslere mecbur etmek, kanaatimce zulmün en sinsi şiddetidir.
Unutmamak gerekir, devletlerin yahut sistemlerin değil, halkların kalbi bulunur, halkının kalbini kıran sistem beyhudedir..!
Eğer oğullar babalara isyan ediyorsa, iki nedeni vardır. Ya babalar zalimdir yahut oğullar devrimci doğmuştur.
Oğluna zulmetmeyeceksin!
Rab, yönetenle yönetilen ilişkisine dahil değildir, onu bilmek toprakla tohum ilişkisini bilmek demektir.
Bunun için her toprağın kaderiyle oynanmaz, bilmek gerekir ki, kiminin sesi arşa, kiminin sabrı taşa değer.
Sırf bu minval bile anlamak gerekir, doğanın sularıyla yeşeren vadileri, doğaya terkedeceksin, unutmayacaksın, inandığın Tanrı, onu öyle uygun görmüştür.
Sen onadan usta mısın.?
Kendi ağrısını dağ, başkasının dağını ağrı görmeyeceksin..!
Unutmayacaksın, herkesin bir hikayesi var..!
Biliyormusun ki, kar yağmayınca yahut düşmeyince yağmur, dağın bağrından bir tek damla su bile sızmıyor, sızamıyor işte...
Ben, kavmimin münzevisiyim...
Sana kimsenin bilmediği şeyler söylemek isterdim, öyle sözler, öyle bakmaklar ki, sular ve rüzgârlar sussun isterdim...
Sana, en uzak serçelerin şarkılarını, kırlangıçların suya inişini, martıların pike yapma sevdasını, şahinlerin süzülüşünü vermek isterdim...
Sana çil bir güneşin altında sarı bir kertenkele için bir dağın gölgesindeki serinliği vermek isterdim...
Ama nafile.. Ben insanım ve tanrıyla yarışamam..
İyisi mi ben sana kalbimi vereyim, sen ne istersen onu al...
Sana, bu pusunun, bu inkarın, bu savaşın ortasında ipekten kaftanlar yerine, aşktan oyunlar vermek isterdim...
Aşktan oyunlar anlıyor musun?
Sana neler ama neler vermek isterdim lakin ülkem çok karışık...
Canım kavmimi bile taşımıyor, anlıyor musun..?
Ben, kavmimin münzevisiyim...
Biliyor musun, sadece sana değil, bütün bu evrene yazık oldu be gülüm, her yerde meyvalar kabuklarından soyuldu... Soyulduk, anlıyor musun..?
20 Temmuz 2011 Çarşamba
Masumlar ve Brani Tawo’nun adındaki sır:
“Masumlar bazen günahkârların yükünü taşırdı.”
Ben, edebiyatı doğaya benzetirim. Orada her şey mümkünmüş gibi gelir bana. Bu benzetmede tek fark gerçeklikle düşsellik ilişkisinde ortaya çıkar. Ancak, düşsel olanın mevcut gerçeklikle anlamlı ilişkisi olan bir kurmaca olduğunu varsaydığımızda, bu fark da uçup gider. Sonuçta roman, kurmaca sanatının en uzun parçası olmaktan çıkıp hayatın kendi parçasına dönüşür. Bunun için doğa ve edebiyat ilişkisi, daima lezzetli bir etkileşim, iletişim ve nihayet üretim ilişkisi içinde olur. Her iki alanda da hayat vardır. Yaşamakla ölmek, aşkla nefret, savaşla barış, beyazla siyah, geçmişle gelecek, günle gece, denizle dağ, çölle vaha… Edebiyatta aklımıza gelen her başlığın doğada illaki bir karşılığı bulunur. Kurmaca, bu karşılıkların bilinen ya da tasavvur edilenlerinden hareketle değiştirilmiş, büyütülerek veya küçültülerek abartılmış halidir. Bunun için ucu hayata değmeyen hiçbir kurmaca yoktur. Ancak, hayatın kendi damarlarından beslenen edebiyat, insan olanın bütün hallerinden anlar, idraka oradan dokunur.

Burhan Sönmez
İletişim Yayınları
2011
14.50 TL.
12 Haziran 2011 Pazar
Güç Zehirlenmesi ve Seçim 2011
İnsan düşündükleriyle hissettikleri arasında savaşan bir varlıktır.
Düşündükleri, olması gerekenleri, hukuku, bilimi, öğrenilmiş olan diğer bütün olumlu ya da olumsuz donanımlarını anlatırken; hissettikleri, olanı, yaşamın kendisini, aşkı, gözyaşını, ...vs anlatır.
Düşündükleri, idealize eder. Hissettikleri ise doğal ve sıradan olandan beslenir; idealize etmez, hesaplamaz. Düşündükleri matematikseldir. Analitik karakterli olur. Hissettikleri sosyal ve psikolojik karşılıklar içerir. Bu liste yüzlerce örnekle uzatılabilir.
Ancak ben, sözün bu noktasında hangi durumun beni kendi etkisine aldığını anlatmak niyetinde değilim. Burada yaptığım girizgahın nedeni seçime ilişkin tahminlerimi ortaya koymak ve nedenleriyle sürece ilişkin değerlendirmelerimin kısa bir özetini paylaşmaktır. Bunun için sözü uzatmak istemiyorum.
Yönetenlerin ve onların egemen algılarının, sistemin merkezinden başlayarak en ücra köşlerine kadar nasıl bir şehvetle iktidarlarını perçinledikleri, atamalar ve/veya görevlendirmelerle nasıl kendi kadrolarını yarattıkları bütün bir ülkenin -geçmişten beri- malumudur. Bununla birlikte bazı iktidar dönemleri vardır ki; bu tür değişikliklerin ve kadrolaşmaların şirazesi o denli kaçırılır ki sistemin neredeyse tamamında bulunan görevliler aynı tornanın matruşkaları gibi irili ufaklı birbirinin kopyasına dönüşürler. Biri diğerinin kopyası olan bu zevat, gün gelir düşüncenin bütün hacimlerinden taşar ve garip, umarsız bir dayatmanın, saldırganlığın lezzetine varmaya çalışırlar. Yani tektipleşme öyle bir yol alır ki; sözü geçen zevat, kendine benzemeyene “ucube” muamelesi yapmaya başlar. İşte buna güç zehirlenmesi denir. O nokta, tam da karamizahın başladığı kertedir. Her şey usul usul ve iktidarın gözünün içine bakarak eriyip gider. Engellenemez bir sahtekarlık, aynı riyakarlıkla kalabalıkların kalbinden gözüne sızar ve meydanlar bu riyanın yalancı ihtişamıyla sarsılır. İktidar tam bu noktada iflas eder ama durumun farkında olması genellikle geminin alabora olduğu zamana denk gelir. O da bir işe yaramaz artık. Zira yukarıda altı çizilen kadrolaşmaların bile örgütleyip, tamamen kendi etkisi altına alamadığı halkların, yeri geldiğinde kendini yönetenleri nasıl alaşağı ettiği de malumdur. Bunun için gücün (iktidarın) zehri, abartılmış özgüvenin özünü oluşturur. Özgüveni şişen, köpüren iktidarlar, giderek gücün sarhoşluğuyla başkalarına karşı zulmü sıradan refleksler olarak algılamaya ve hatta uygulamaya başlarlar.
Bu çözümlemenin geçmiş örneklerini sayıp dökmeye gerek yok, ancak yeni ve sıcak örnekleri ibret vericidir. Bu örneklerin başında “ucube” denerek yıkılan Kars’taki Kardeşlik Anıtı’nın kurulduğu yere atfedilen tabloya kurulmuş olması durumuydu ve bu nedenle hürmetsizlik içeriyordu yaklaşımıydı. Öyleyse usulsüz ve kadirbilmezceydi, -ki Erzurum anıtlar kurulu da bu yönde karar vermiş, heykelin yıkımına hükmedivermişti.
Neden sonra heykelin yıkımı bitip de “ucube” lime lime doğrandıktan sonra oraya, yani o kutsal tabloya kaşar ve bal heykeli yapılacağı anonsu geldi. Yani o tabya artık kutsal değildi. Bal ve kaşar orada şekerlenip eskiyecek iktidar da inşallah o yüce gönüllülüğü ile başını arşa değdirecekti! Diğer bir örnek: “Düşünce özgürlüğünün de bir sınırı var!” veciziydi ...ufuk karartıcı bir nazi benzerliği var. Başka bir örnek: Metin Lokumcu öğretmenin ölümüne ilişkin aymazlık, iktidar rüzvalığı, özgüven patlamasının yarattığı kamçılanmışlık... Diğer bir örnek: “Kürt sorunu bitmiştir’” hutbesi ve onlarcası bir çırpıda akıllara gelen güç zehirlenmesi örneklerine ilişkin garipliklerdi. Buna rağmen iktidarda geçen 8.5 yıllık sürede ortaya koyulan performans, iktidarın halk tarafından benimsenmesine, onaylanmasına ziyadesiyle yetmiş gibi görünüyor. Nihayet halk, söze değil işe bakar ve ilgilendiği soruların cevabının da AK Parti tarafından cevaplandığına inanıyor.
İşte bu nedenlerle düşündüklerimle hisettiklerim arasındaki savaşın bana öğrettiği erdemle tahminlerimi paylaşmak istiyorum. Hangi araştırma şirketi, hangi sonuçları verir. Hangi anket kime ne söyler bilemem. Ben kendi yalnız ve mütevazı gözlemlerimi paylaşmak isterim.
Bana göre AKP yine birinci parti olacak ama oy oranı % 45-48 aralığından daha fazla olamayacak. CHP ise : % 25-30 bandında görünüyor. Zira son araştırmalar da bu durumu destekliyor. MHP’nin durumu bana göre ziyadesiyle kritik. Zira alacağı oyların % 9-11 aralığında olacağı büyük ihtimal. Bağımsızlar yani Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku adayları 32-35 arasında milletvekiliyle ve çok dinamik bir grupla parlamentoya girecek gibi görünüyor.
Bu kez ilginç bir parlemento oluşacağını düşünüyorum. Özel bir haz almasam da MHP’nin barajın altında kalacağına dair önleyemediğim bir hissiyatım var. MHP’baraja takılırsa; CHP'den ziyade BDP’nin ana muhalafet partisi olması söz konusu olur ki işte o zaman ak tavuk , kara tavuk nasıl olur hep birlikte göreceğiz.
Kim ne düşünür bilmem ama iş böyle olursa memleketin hali en çok meşhur dış güçlerin hoşuna gidermiş gibi geliyor bana. -Bu da bu işin koplo teorisi kısmı olsun. Tuzu biberi yani...-
Sorunlara gelince; çözülür mü, kilitlenir mi bilemem. Burada bilgim ve hissiyatım kendi aralarındaki savaşa son verip, ülke meselelerinin bir iplik kukası gibi sökülüp birbirine gireceği fısıldıyorlar. Bu karışıklığın kimi yerinde düğümler oluşacak, o düğümleri çözmek içinse zaman zaman ipi kesmek zorunda kalınacakmış gibi geliyor. Umudum ipin sökülmeden önce yeni bir kukaya nasıl sarılacağına önceden karar verilmiş olmasıdır.
Oyuma gelince: Benim oyum bağımsız ve özgür olacak. Zira ben özgürlüğü açlıktan ayıramayanların yanında duramam.