10 Mart 2011 Perşembe

8 Mart, Kadınlar, egemen dil ve bir yanılsamasının gizli tarihi


Jean Baudrillard “Bir zamanlar Tanrı, doğal olarak İyilik’in elebaşıydı; ilahi bir aşkınlıkla ‘Yaratılış’ta ve ‘Doğa’da kullandı bu özelliğini. Modern ve Rousseaucu yorumda Tanrı, doğası gereği iyiydi; insan ise sapına kadar iyiydi; dünyayı olumlu hale getirmek için onu dönüştürmemiz gerekiyordu ve ‘Kötülük’ de yalnız ve yalnız bir kazadan ibaretti”, der.

Öyleyse tanrısal olan “iyi”ydi ve sonsuza kadar da bu iyi olma hali ideal döngüdeki karşılıklarıyla birlikte bulunacaktı. Bununla birlikte tanrısal olanın yeryüzündeki yansıması, nihai olarak insanın suretinde saklıydı ve aslında tanrıyı anlamak, insanın bedeninde (onun kulları üzerinden) zuhur ediyordu. Sırf bunun için bile insanın, yaratılmışların içinde en değerli canlı olarak zirvede yer alması gerekirdi. Zaten de böyleydi. Bunun için tanrı daima kendi kullarına benziyordu. Ancak bir sorun vardı. Her nedense tanrı daima eril bir prototip olarak tanımlanıyor, ona atfedilmiş bütün yetenekler eril bir dilin içinden tanımlanıyordu. Bunun için tanrı her şeyden önce ve en önemlisi de proto-feodal dönemlerde bütün tanımlarıyla birlikte kutsanıyor, onun imgesi hayatın bütün karşılıklarında “her şeye muktedir olan varlık” tutkusuyla idealize ediliyordu.

Peki, kim yapıyordu bu tanımlamayı? Elbette “Erkek”. “Erkek adamın tanrısı da erkek olurdu” anlayışı tarihin en eski zamanlarından, inancın en erken dönemlerine kadar her süreçte mevcuttu. Şöyle ki; ilk tanrılar daima eş zamanlı olarak sistemin koruyucuları içinden çıkıyordu. Sistem sahibi olan irade, hem kral, firavun, şef, vd. oluyor, hem de tanrı olarak karşılık buluyordu. İlkel toplumlarda da böyleydi, şefliklerde de, ilk krallıklarda da... Antik Mısır Firavunları da böyleydi, Mezopotamya’nın Tanrı-Kralları da, Mezo-Amerika’nın İnkalı, Mayalı idarecileri de… Sözün burasında “Ana Tanrıça” kültüyle ilgili sorular akılları kurcalayabilir; ancak unutulmamalıdır ki; Ana Tanrıça tanımlaması da yine erkek egemen bir dilin tanımlamasıdır ve hiçbir zaman gerçekliği konusunda yeterli kanıt bulunmamıştır. Zira bu konuda bilinen en kesin verilerin arkeolojik kazılardan ve muhtelif zaman ve yerleşmelerden elde edilmiş örnekleri üzerinden kurulur ki; ne kadar doğru olduğu daima tartışılacaktır. Çünkü Ana Tanrıça kültünün atfedildiği tarihöncesi yaşam ve dönemlere ilişkin elde edilmiş yeni bulgu ve belgelerin gösterdiği istikamette yürütülen çalışmalara bakıldığında, o dönemlerde de egemen dilin ve ontolojik sembollerin ataerkil olduğu görülecektir. Urfa heykeli, Göbeklitepe buluntuları ve daha birçok yeni belge ve bulgu bu yaklaşımı destekler niteliktedir.

Konumuza dönecek olursak, bazı soruları sormak kaçınılmaz olacaktır. Peki ama neden tanrıların kendisi erkek oluyordu da onları doğuranın bir kadın olduğu gerçeği gözden kaçıyordu? Kadın neden kendi yeteneklerinin ve yeterliliklerinin farkında değildi? Ya da farkında olunsa bile bu anlayışın erkek egemen olmasındaki sır neydi? Bu gibi sorular, kadının mevcut anlamlarının tarihsel arka planında duran gerçek sorular olarak hala cevaplanmayı beklemektedir. Oysa kadın doğurgan olandı ve bu yeteneği tanrının erkek olma anlayışıyla doğrudan çelişiyordu. Toprağın doğurganlığı kadar gerçek ve bereketli bir yetenek neden tanrısal zirveden tanımlanmıyordu? Gerçeğin kadından yana olmasına rağmen, iliklerine kadar erkek egemen bir dilin ve bu minval içtihatların yürürlükte olması nasıl açıklanabilirdi?

Bütün bu soruların tek bir karşılığı olabilir. Erkek fiziksel gücünü acımasızca kullanıyor/du. Başka hiçbir açıklaması olamayan bu realite, özünde “zamandizin”in bazı dönemlerinde yetenekli kimi kadınların etkin olduğu coğrafyalarda aşılmış olsa da özünde genel gerçekliğe etki edemeyecek kadar güçsüz olmuştur. İnanna (MÖ 3000 yılları), Büyük Kral Hattuşili’nin eşi Tavananna Puduhepa (M.Ö. 13), Cleopatra (M.Ö 69-30), Aquitaine’li Eleanor (1122-1204), Jeanne d’Arc (1412-1431), Mirabai (1498-1565), Hürrem Haseki Sultan (1500/1506-1558), Catherine de Medici (1519-1589), Rosa Luxemburg (1870-1919), Prenses Diana (1961-1997), gibi istisna örnekler kategori dışı tutulursa, süreç tamamen bu çerçevede yaşanmıştır.

Şimdi en kaba hatlarıyla fotoğrafı çıkarılmış olan bu tarihsel gerçekliğin, en derin acılarından modern dünyanın eşit haklarına sahip bireyi olmak için sürdürdüğü mücadelede yer almış olan “kadın”ın, mevcut resminin ne olduğu ortalama zekâsı olan herkesin malumudur. Bunun için özellikle geri bıraktırılmış toplumlarda görüldüğü biçimiyle, inanç sistemleri ve ontolojik olanla kurulan sıkı bağların aslında erkek egemen anlayışı sürdürülebilir kılmak için devam ettirildiği kimin dikkatinden kaçabilir ki?

Yukarıdaki alıntıya dönecek olursak, eğer Tanrı bu kadar ideal bir “iyi” idiyse, neden onun yeryüzündeki sureti olan kullarından özellikle onunla özdeş olan Tanrı-Kralların teşvik’i mesaisiyle kadın daima ötelenen, şiddet gören, itilip kakılan, her türlü zulmün müsebbibi ve hatta öldürülesi şeytan/cadı(!) olarak anlatıldı ya da tanımlandı? İşte bu soruların cevapları bulunamadığı için kendi haklarının mücadelesini üstlenen kadınların peşinden koştuğu bir gerçeğin ete kemiğe büründüğü tarihin adı 8 Mart olarak konulmuştur. 8 Martın bilinen meşruiyetini, basmakalıp hikayesini her isteyen internetteki arama motorlarından ya da basit ansiklopedilerden bulabilir. Bunun için ben burada bu durumla ilgilenmeyeceğim. İsteyen onu daha kolay yollardan ezberleyebilir. Bu nedenle işin özetinde saklı tarihselliği teşhir etmeyi daha makul bulduğumu belirtmeliyim.

Kadınlar 8 Mart tarihinin anlamlarını, emeğin ve eşitliğin tarihi olarak tanımlıyor, bu hakkın hayatın bütün alanlarında realize edilmesini istiyorlar. Bu nedenle her eşit insanın, bacaklarının arasındaki uzuvları referans olmaktan çıkarması ve bu gerekliliğin hayattaki bütün karşılıklarının eşit bir üretime dayalı olduğunu kavraması gerekir. Zira unutulmamalıdır ki; hakkını savunmak algısı, ortada bir haksızlığın yapıldığının kanıtıdır da... Paradoks da burada başlar. Bu nedenle, “erkek”, egemen olmaktan çok “eşit olan” algı üzerinden davranış geliştirebilirse, “kadın”, bir hak teslimi lütfünün psikolojik ve toplumsal baskılarından arınmış olacak, özgüven sorunu yaşamadan hayatını sürdürecektir. Bu nedenle söylemek istediklerimi tarihsel ve kuramsal terminolojiden arındırarak, güncel olana ilişkin bazı çağrışımların diliyle 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’ne ilişkin hissiyatıma yer vermek istiyorum. Lakin tek sıkıntım var. Yürütülen çalışmalarda bazı aklıevvellerin, sözümona zeki reklam yazarlarının bulduğu bir slogana büyük itirazım var. Bilen, anlayan varsa beri gelsin! Ne demektir, "Kadına şiddet uygulayan, erkek değildir!" salaklığı. Bu ne denli eril bir şiddetin ağzıdır böyle, salya sümük...!

Ziyadesiyle kişisel tercihimdir. Ben hep “Çiğnenmemiş Güller”i sevdim. İster zaman içinde ister "Zaman Dışı Yaşam"lar için çalsındı kapım; ben hep saçı belinde perilere vardım. Periler hep kadındı. Bunun için de bazı geceler uykum kaçtı. Bazen acıdan ellerim titredi. Dilimi kestim dişlerimle… Ne zaman sokakta yaşamak zorunda olan yaşlı bir kadın görsem, o zaman insanlığımdan utandım. Hep annem geldi aklıma; ya benim annem olsaydı bu yağmurun altındaki, ya bu ıslak, bu mosmor eller, bu acılı yüz annem olsaydı ve ben çaresiz bir aciz olsaydım, nasıl yaşardım acaba diye geçirdim içimden. Ne zaman bu hali görsem, üstüm başım acılar içinde çevirdim anahtarı evime girerken. O evin kapısı hep bir utancın kapısına dönüştü. O memleketi yadsıdım, o sistemi yargıladım, o toplumdan utandım. Ben nedense, yaşlı bir kadını sokakta kalmasını içimde hep onulmaz bir yara gibi işledim.

Bunun için, artık rahatlıkla söyleyebilirim: Sevgili kadınlarımız, bilmelisiniz ki; bir sevgili olmak için değil, bir dost olmak için bile sizinle aynı MORun içinde aç uyur bazı adamlar. 8 Mart'ınız kutlu olsun; emekleriniz için hepinizin en yorgun hallerine hürmetim olsun!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder