İnanmak,
salt ontolojik çağrışımlar içermez, aynı zamanda aklıyla hareket edebilen; bir
dili, bir öz’ü, bir kültürü, bir tarihi bulunan ademoğlunun, kendini içinde
huzurlu ve güvende hissettiği samimi bir fikrin arkasından gitmeyi de kasteder.
Bunun için, inanmış olmak için ille ontolojik bir kutsallığa gerek bulunmaz.
İnanmak, insanın zekâsıyla yönetemediği bazı üst soruların çözümü için bazen idealler,
bazen fikirler, bazen de tasavvur-üstü varlıklar yaratmasıyla huzura ermesidir.
O nedenle, kimi biat edip teslim olan insan, kimi isyanın değil aklın
erdemlerinden beslenerek yeni sorular sorup onların peşinden gider. Halbuki
soru ne olursa olsun, insan “tözsel” ve “iliniksel” özellikleriyle varolan bir
varlıktır. Bununla birlikte insanın tözsel varlığı daima iliniksel varlığının
üstünde durur. “Tözsel varlık”, onun doğuştan sahip olduklarına, “iliniksel varlık”sa
sonradan edindiği kazanımlarına karşılık gelir. İşte insanın toplamı bu
anlamların toplamıdır ve asla tözsel olanın tartışılmasına rıza göstermez/göstermemelidir.
Bu nedenle tözsel varlıkların en evzel olanı olarak dil,
insan olanın en kutsal değeridir ve yaşamsallığının bütün karşılıkları oradan
beslenir. Cinsiyet de böyledir, renk de, ırk da... İnaçsa bu değerlerden sonra
ama aynı zamanda hepsinin toplamıyla ilişkilidir. Bu nedenle inancın rengi,
dili, ırkı ya da cinsiyeti bulunmaz. Zira inancın meşruiyeti kalbin
derinindedir. Hayatta meşru bir aşk ile bağlanmak için inancın derinliklerine
ulaşmak gerekir. Bunun için bir kalbin büyüdüğü en verimli vahanın adına vicdan
denmiştir. İşte okumakta olduğunuz bu metin o vicdanadır ve bir bedende akan onlarca
nehrin suyuyla beslenmiştir. Bu arzu, bin rengin doğasıyla ışıyan, bin dilin
acısıyla harlanan, bin hüznün kederiyle varolan tek bir canın, tek bir inancındır.
Bu metin, bin denizin bir balığının, bin dağın bir bulutunundur. Bu metin büyük
bir itirazın dilidir, imtiyaza yaslanmaz. Öyle de kalacak.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder