28 Kasım 2013 Perşembe
13 Kasım 2013 Çarşamba
Bugün bunu paylaşmak varmış... Darya Dadvar - Sarzamine Man
Bir ses nasıl bir büyü yaratır, varın siz karar verin...
http://www.youtube.com/v/dYx1iLOaQao?autohide=1&version=3&autoplay=1&attribution_tag=o-5dfitya7LLr9CYHanJCA&feature=share&showinfo=1&autohide=1
http://www.youtube.com/v/dYx1iLOaQao?autohide=1&version=3&autoplay=1&attribution_tag=o-5dfitya7LLr9CYHanJCA&feature=share&showinfo=1&autohide=1
25 Ekim 2013 Cuma
Dil ile İnsan, İnsan ile İnanmak

Bunun için, inanmış olmak için ille ontolojik bir kutsallığa gerek
bulunmayabilir.
İnanmak, bir bakıma insanın zekâsıyla
yönetemediği bazı üst soruların çözümü için bazen idealler, bazen fikirler,
bazen de tasavvur-üstü varlıklar yaratmasıyla huzura ermesidir. O nedenle, kimi
biat edip teslim olan insan, kimi isyanın değil aklın erdemlerinden beslenerek
yeni sorular sorup onların peşinden gider. Halbuki soru ne olursa olsun, insan
“tözsel” ve “iliniksel” özellikleriyle varolan bir varlıktır.
Bununla birlikte insanın tözsel varlığı
daima iliniksel varlığının üstünde durur. “Tözsel varlık”, onun doğuştan sahip
olduklarına, “iliniksel varlık”sa sonradan edindiği kazanımlarına karşılık
gelir. İşte insanın toplamı bu anlamların toplamıdır ve asla tözsel olanın
tartışılmasına rıza göstermez/göstermemelidir.
Bu nedenle tözsel varlıkların en
evzel kazanımı olarak dil, insan olanın da en kutsal değeridir ve yaşamsallığının bütün karşılıkları oradan
beslenir.
Cinsiyet de böyledir, renk de, ırk da...
İnançsa bu değerlerden sonra ama aynı zamanda hepsinin toplamıyla ilişkilidir.
Bu nedenle inancın rengi, dili, ırkı ya da cinsiyeti bulunmaz. Zira inancın
meşruiyeti kalbin derinindedir. Bu yüzdendir ki; hayatta meşru bir aşk ile
bağlanmak için inancın derinliklerine ulaşmak gerekir. Bunun için bir kalbin
büyüdüğü en verimli vahanın adına vicdan denmiştir.
İşte okumakta olduğunuz bu metin ve onun
uzak-yakın bütün çağrışımları bahsi geçen o vicdanadır ve bin bedenden akan
onlarca nehrin suyuyla beslenmiştir. Bu arzu, bin rengin doğasıyla ışıyan, bin
dilin acısıyla harlanan, bin hüznün kederiyle varolan tek bir canın, tek bir
inancın değildir.
Bu metin, bin denizin bir balığının, bin
dağın bir bulutunundur.
Bu metin büyük bir itirazın dilidir,
çağrışımları da bunun toplamıdır; imtiyaza yaslanmaz.
Tek amacı da budur, böyle anlaşılması
yegane arzusudur.
24 Ağustos 2013 Cumartesi
ŞARK'İ YARA
Şiir dilini
bilmediğimiz çocukların yalanıdır biraz da
Tutup göğün
karnında bir yama gibi soyunmak için düşlerini...
Çün uçurum
değil kıyısında durulan
Şakiri bir
lehçedir de rivayet olunur
İstesek de
oradadır, öldüresiye terketsek de...
Döşünde
topmermisiyle uykuları kaçmış o kentin tarihi
Kadim
diyorlar şimdilerde, mes'el-i karalıdır...
O çocuklar
ki, uzak diyarlarda uykusuz adamların âzabıdır
Karaşın ve
imandan özge uzun sakallıdır
Kara
uykularda yurdu çalınmış birumet, bivatan ki takât-i yaralıdır"
Beşler'in Anası, Kürd'ün Acısı...

Kimi sahtekarlar dakikadan bile kısa süren aralıklarla timsah gözyaşları döküyorlardı; hiç durmadan, yılmadan, uyumadan...
Acı Kürd'ün olunca
kokarca gibi çekildiler kendi karanlıklarına, ille de dürtülmeyi bekliyorlar
kokmak için.
Geberseniz
de boş! Anladık sizinle bölüşecek acısı bile yok bu halkın, kendi
karanlığınızda kör olsun insanlığınız!
Ama bilin!
Kimse hiç bir şeyi unutmuyor, unutmayacak da.
Asla..!
...
-II-
-II-
Sözün
menzili uzun, kısa kesilmez istemekle...
Saat sabahın
neredeyse beşi, kederli bir kadın umudunu toprağa gömecek bugün, kanıyor...
Ve ben aynı
toprakta nefes alıyorum...
Zulüm bu!!!
Annemsin Mehmet’in
Annesi! Abdullah’ın, Ethem’in, Medeni'nin, Ali İsmail’in Annesi! Tükenmez bir hürmetle öperim ellerinden...
Bağışla
bizi...
Benim Yalnızlığım Seni Kalabalık Etmez...
Bir gün
bitince bu kusursuz acı, kusursuz bir mutluluğu tadacağız. Ağzımızda bir halkın
düşleri, bir zulüm toprağının koynunda güller büyüteceğiz. Dağlarımız orman,
bağlarımız meyve taşıracak göğsünden...
Bir gün
bitince bu kusursuz acı, her yanımız Ege Denizi, her yanımız Uludağ olacak. Ne
Keban'da elektrik olacak suyumuz ve açılacak Keşan'da dürmesi, ne dalda zerdali
olacak yurdumuz, bozkırında vurulacak oğlumuz.
Bir gün
bitince bu kusursuz acı, bize bizim sözcüklerimizle yalan söyleyen dostlarımız
olmayacak! Derin açacak gökyüzü, şairlerimiz kendi dilinde söyleyecek
türkülerini. Ne şiirine küsecek bu halk, ne şiirden dökülen türküsüne...
Bir gün
bitince bu kusursuz acı, hiç durmadan Rojava'da, Halep'de, Amed'de, Hewler'de
kanamayacak rüyalarımız. Bir mendil gibi işlenmiş bir türkü, bir dil gibi
süslenmiş bir tarih olacak ve anlayacak bizi de dostlarımız. Dostlarımız ki,
aynı masada Türk olduğumuz kadar dost, Kürt olduğumuzda incinen birer düşman
olduğumuz...
Dostlarımız
ki, Filistin'de ölen mirasımızın yegane sahipleri, Rojava diyince tüyleri diken
diken riyakarlarımız...
Ey
memleketlim, ey düşünden beni çıkarmış zulümkar! Bil ki benim acım senin
açtığın yaradandır! Bil ki benim yalnızlığım senin yalanındandır! Yaraysa yara!
Acıysa acı! Ama artık senin sahtekarlığın korumaz canımı... Bil ve uyan! Ya
yanyana duracağız ya da hiç! Beni ayıplama, zira ben o yalanı aşalı yüzyıl
oldu!
Unutma! Benim yalnızlığım seni kalabalık etmez, etmeyecek...
Ahmet Erhan'ın Ardından...
Bir şair düşünün ki, ülkesinin şiire en çok ihtiyaç duyduğu zamanda düşsün toprağa...
Bir şair düşünün ki adı Ahmet Erhan olsun, durmadan düş sersin yaprağa...
Ölüm uygunsuz bir uykudur, açamazsın gözünü, şimdi senin sesin mi uyuyan, ahh be Ahmet Abi! Gitmeyecektin!
Bir şair düşünün ki adı Ahmet Erhan olsun, durmadan düş sersin yaprağa...
Ölüm uygunsuz bir uykudur, açamazsın gözünü, şimdi senin sesin mi uyuyan, ahh be Ahmet Abi! Gitmeyecektin!
16 Mayıs 2013 Perşembe
Sanatçının Yazgısı

Sanatçı kendi paradigmasını çözmüş değildir.
Çünkü ürettiği her eserde kendi yarasını onarmaya çalışır sanatçı.
Oysa onardığı bedeni değil, ruhu olmalı ki,
her sanatçı illa amorf bir
bedenin içinden yaratır eserlerini;
Zeytin ağacı gibi...
Solgun, gri ve
dayanılmaz hüzünlü...
Tam da herkesin ve her şeyin olmak istediği o derin,
o uçsuz nehir misali...
Bazen gecikmek affedilmezdir...
Bazen gecikmek affedilmezdir...
Ve sen, zamanın kudretinden imtina edersin, oysa...
Sen beklerken, nasıl sessiz, nasıl yaralı gider göçmen kuşları...
Sonra bakakalırsın kanayan göğe, sonra her yanın al, her yanın sızı içinde...
Ne keder, ne göç yolları, ne hatıralar onarır geride kalan yılları...
Yıkılır bütün kapıları sınırların, ne inkarı vardır, ne suyu içilir kuytuların...
Dökülürsün kendinden, dinlemez içinin duvarları...
Böyledir, böyle yıkılır aşkın da hünerin de sırları...
Sökülse yağmur, deşilse toprak, ne fayda; can bile anlamsız kalır tufandan sonra.
Üşür de boyuna, ateşler içinde sanırsın, yalandır oysa, sende durur kalbin kanırtan yaraları!
Ve sen, zamanın kudretinden imtina edersin, oysa...
Sen beklerken, nasıl sessiz, nasıl yaralı gider göçmen kuşları...
Sonra bakakalırsın kanayan göğe, sonra her yanın al, her yanın sızı içinde...
Ne keder, ne göç yolları, ne hatıralar onarır geride kalan yılları...
Yıkılır bütün kapıları sınırların, ne inkarı vardır, ne suyu içilir kuytuların...
Dökülürsün kendinden, dinlemez içinin duvarları...
Böyledir, böyle yıkılır aşkın da hünerin de sırları...
Sökülse yağmur, deşilse toprak, ne fayda; can bile anlamsız kalır tufandan sonra.
Üşür de boyuna, ateşler içinde sanırsın, yalandır oysa, sende durur kalbin kanırtan yaraları!
2 Mayıs 2013 Perşembe
"Bugün de kayda değer bir şey olmadı."

"Bugün de kayda değer bir şey olmadı."
Uzun süre önce, sanırım 2010’un
başlarıydı. Twitter’la artık tanışıklığımız çoktan perçinlenmişti de ilginç
şeyler var mı diye etrafı kolaçan ediyordum. Sosyal medya epey popüler ve dahi
hummalı meraklılarını yaratıyor olmuştu. İşte tam bu gezintilerimin birinde
feyk olduğunu sandığım bir twitter hesabından -ki yanılmıyorsam hesap İzlanda
Haber Ajansı başlığını taşıyordu) "Bugün de kayda değer bir şey
olmadı." diye bir mesaj okumuştum. Önce çok gülmüş, sonra bu
dramatik durgunluğun hiç de gülünecek bir sükûnete delalet olmadığına karar
vermiştim.
Ne de olsa küresel ısınmanın
doruğa ulaştığı bu zamanda durumdan en çok etkilenen yer İzlanda denen bu
coğrafyanın ekosistemi olacaktı ve sonra geriye kalan dünyanın kaderi buradan
çekilen iplikle başlayacaktı sökülmeye. Kutup Ayıları, Penguenler, Fok
Balıkları, öteki irili ufaklı kutup balıkları, Rengeyikleri ve Jack London'ın
vahşi doğası ve Beyaz Diş'i...
Eskimolar: Yani bir halk ve onun biriktirdiği her şey ve sonra biz,
ve buzlar... Bir bir eriyecektik, eriyorduk da zaten... Ama o feyk hesap "Bugün
de kayda değer bir şey olmadı." diye yazmıştı. Çok etkilenmiştim
bu cümleden, çok az şeyden etkilendiğim kadar çok etkilenmiştim. Tuhaf!
Sonra, durup dururken bir akşam,
haberlerden FLASH! diye geçen bir son dakika anonsuyla irkilmiştim. O son
dakika 14 Nisan 2010 gecesiydi ve aynı anons aslında aynı durumun 21 Mart
tarihinde de yaşandığını duyurmuştu. İzlanda’nın Güney Ucu bir zamanlar
Atlantik Kıyı Şeridi’ne ulaşan ve adını pek azımızın telaffuz edebildiği Eyjafjallajokull
Volkanı 187 yıl aradan sonra daldığı uykudan uyanmış, Kıta Avrupası’nın
göğüne toz ve kül kusarak bir örtü gibi çöküvermişti. Bu örtü bir antik tufan hikâyesi
gibi gri, solgun ve ciğerlerin ve uçak motorlarının genzine sinsi bir düşman
gibi süzülüvermişti. Uçaklar da öksürüyordu, gökyüzü de, Avrupa da, biz de…
Derken aradan belki bir yıl belki
biraz daha fazla geçmişti ve yine aynı feyk hesaptan yine aynı twitle
karşılaşmıştım. "Bugün de kayda değer bir şey olmadı." Ve yine aynı
tufan tekrar etmiş, söz gelmiş kendi intikamını alırcasına yine aynı toprağın
koynuna saplanıvermişti. Tarih 22 Temmuz 2011’di. Saat akşamın kolunda, işçiler
evlerinden dönmüş, çakallar avlarına kuyruk kısmıştı. Bir eli kapıda öteki
akşam ajansında ihtiyar solcular ve memleketi herkesten çok soyan yurtseverler
iş yemeklerine kurulmuştu. Bir anons daha geçiyordu ekrandan. FLASH FLASH
FLASH! Oslo’da katliam!
Asıl adı Anders Behring Brevik
olan 13 Şubat 1979 Oslo doğumlu bir faşist, Oslo yakınlarındaki Ütoya adasında
otomatik tüfekle kamp yapan sosyal demokrat gençlerin üzerine ateş açmış,
gençlerden yüze yakını hayatını kaybetmişti. Aynı Brevik, olay günü sosyal
medyadaki hesaplarından birinde Anders Brevick mahlasıyla adına “Bir
Avrupa Bağımsızlık Bildirgesi” dediği bir manifesto yayımlamış, kısa
süre sonra da önce kent merkezinde bir yere bir bomba yerleştirmiş ardından da
o adada bir katliam imza atmıştı. Bilanço 77 genç canın ölümü ve 242 kişinin
yaralanması olarak kayda geçmişti ve o katil Norveç yasaları gereği toplam 21
yıl hapse mahkûm olmuştu.
Oysa dün başka bir twitter
hesabından bu cümlenin belki de en orijinal halini okudum. Bir arkadaşımın
hesabında..."16. Louis'i
hatırlamalı, Fransız Devrimi'nden bir gün önce, halk sokaklardaydı ve O
günlüğüne şöyle yazmıştı: 'Bugün kayda
değer bir şey yok." yazıyordu.
Evet, susmakla anlamak arasında
derin bir ilişki vardır. Ya tam ve her şeyi anlamışsınızdır ya da hiç bir şeyi
ve hiç anlamamışsınızdır. Sizce hangisi... XVI. Louis mi, yoksa o haber ajansı
mı; yahut her ikisi de mi çok iyi anlamıştı her şeyi veya hiç biri mi
anlamamıştı hiç bir şeyi? Bunu asla bilemeyeceğiz. Ya da her şeyi biliyor muyuz
aslında..! Belki de Türkçe'de bağlaçla cümleye başlamanın pek de doğru
olmadığını bilen benim gibi bir yazı gönüllüsünün ısrarla "ya da"
diye cümleye başlamasındaki bilinçli tercih miydi her ikisinin de yaptığı! Kim
bilir!
Her ne olursa olsun, bir nedeni
vardı her birinin ve bugün... Bugün de kayda değer hiç bir şey olmadı
aslında. Ne 1 Mayıs sisler dumanlar altında bir cehenneme döndü, ne tüm
yollar kapatıldı; metrolar, metrobüsler, gemiler, vapurlar.. ne motorlar
denizin ortasında durduruldu, ne Galata Köprüsü ortadan ikiye k(ald)ırıldı, ne
Unkapanı Köprüsü'nün ciğeri söküldü, ne Dilan ve Serkan kafasından vuruldu, ne
siyasi parti yöneticileri hastanelik oldu, ne sendikacılar tartaklandı, ne
evler, iş yerleri, binalar, sokaklar, caddeler, mahalleler, kalpler, ciğerler,
kediler, köpekler gazlandı, ne, ne, ne, ne... Ne? Sahi ne?

Kimi mahir devletin kıymetli ve
de hünerli sendikalarıydılar, kimi mahallenin sarışın, beyaz tenli kedileri,
kimi soluk benizli, esmer, kimi kara kuru, kimi kaba Türkçe'leriyle ve uzun
saçlarıyla, ve yalnızlıkları, ve kalabalıklarıyla gazlandılar...
Halaskergazi'den, Barbaros Bulvarı'ndan, Cihangir'den, Şişli'den,
Mecidiyeköy'den, Abide-i Hürriyet'ten... Evet evet, ABİDE-İ HÜRRİYET'ten
gazlandılar... O gaz senin bu gaz benim...
Her neyse, çok gazlı bir '1
Mayıs' daha geçti; handiyse ortasından ömrümüzün... Durup düşünme fırsatı
vermeden, bir sonrayı bir gün önceden bilerek ve dahi anlayarak... Bugün
de kayda değer bir şey olmadı Devletlüm. Ama nafile! Bugün çok şey
oldu. Mesela Taksim Meydanı'nın ilelebet abluka altına alınmak istenmesinin gül
gibi ilanı oldu. İstenirse özgür, eşit ve demokratik bir yönetimle hoşgörünün
egemen kılınabileceği ama bunun bile isteye reddedildiği ortaya kondu. Gezi
Parkı'na Topçu Kışlası adıyla soslanmış bir AVM'nin yapılacağı bir gün önceden
ve en yetkili ağızdan müjdelendi. Resmi ve gayri resmi sendikalar tescillendi.
Kimine gaz fişengi, bombası, tazyikli ve boyaxlı su sıkılırken, kimine gül ve
endam serildiği görüldü. Kimi sol arxaaşların memleketin sünepe meydanlarında
tatlısu sazanlığı yaptığı görüldü. Adil ve eşit güç kullanıldığı ve bunun
bütünüyle meşru ve hukuki sınırlar içinde yapıldığı tescillendi... Daha neler
yapılmadı ki neler... Yani Devletlüm, Allah seni inandırsın ki; Bugün
de kayda değer bir şey olmadı. Ne senin dilin dolandı, ne işçilerin
göğsü daraldı, ne biz anladık, ne sizin orda havalar bulutlandı.
Kahretsin "Bugün de kayda değer bir
şey olmadı." İkiBinOnÜçü'nüzün
BirMayıs'ı Kutlu Olsun!
1 Mayıs'tan ve http://yukarideniz.blogspot.com/ 'dan hepinize Merhaba...
"Yaşasın 1 Mayıs!"
"Bijî Yek Gûlan!"
Ek Not: Metin içinde kullandığım "hem
kedinin hem de Soğuk Demirci"nin fotoğraflarını çekeni /çekenlerini
bilemediğimden, fotoğrafçıların imzasını kullanamadım. Aflarına ve
anlayışlarına sığınırım. Bilen varsa lütfen iletsin!
3 Nisan 2013 Çarşamba
Newroz 2013

Zira bir halk, benim ya da bir başkasının asla yazamayacaklarını yazdı.
Kalbini ve inancını eline alarak
Renklerini bedenine sararak
İnancını Amed'de bağırarak
Susarak

Tedirgin ama yarasını yalandan koruyarak
Şarkılarıyla
Halaylarıyla
Arabesk ve lümpen fazlalıklarına aldırmadan

Dağlarını ve göğünü gecesine saranlara hürmetle
Oğullarına ve kızlarına bel bağlayarak yazdı hikayesini.
Ateşini yaktı
Zılgıtını attı
Halayını çekti
Kurdu örsünü, demirini dövdü.
Dövdü demirini, zulmüne inat vurdu inkara, vurdu ha vurdu.

Dost duydu, düşman duydu
Gök övdü, gece sövdü
Söndü şehrin ışıkları
Suyun başında kadınlar, suyun başında kızlar gördü
Bin can gençliğini, on bin can düşlerini serdi
Yepyeni bir gün, yepyeni bir bahara indi.
İkibinonüçün yirmibir mardında tarih Amed'i gördü.
Aktı usulca ve fokurdayarak
Aktı kadim geçmişine yaslanarak...
12 Mart 2013 Salı
Chavéz'in Hatırası için...
Bugün burada Hrant'ın ardından yazılmış en hüzünlü yazılardan birini kaleme alan Sevgili Ece Temelkuran'a "açık mektup" niyetine yazmış olduğum bir yazıyı; ancak bu kez Hugo Chavez'in kıymetli hatırasına hürmet için yeniden yayımlamak istedim. Daha doğrusu bunu yapmak zorundaydım; yaptım. Biliyorum; şimdi kimileriniz içinizden 'Hrant ve Chavez nasıl yan yana gelir ki' diye geçiriyorsunuz. Aşağıdaki mektup size bunun nasıl mümkün olduğunu anlatmayı denemektedir...
Uzun
zaman oldu okuyorum sizi.
Elbette
sizinle beraber okumak istediğim bir çoklarını daha...
Okumak
zorunda olduklarımı; ülkeyi, dünyayı, ekonomiyi, kültürü, sosyal bilimleri
anlamak için okuyorum birilerini; okuyoruz...
Hep
okuyor zaten insan...
Bugün
de okudum yazdıklarınızı. Keşke dedim Offf! diyince içi sökülmeseydi
insanlarımızın. Offf! diyince içi sökülürmüş Ararat'ın da. Tıpkı Hrant gibiymiş
oğlunun sarsılan bedeni de.
Öyle
yazmışsınız.
İçim
söküldü ve okudum. İçim söküldü ve okudum!
Hep
okuyor zaten insan...
Daha
çok anlamak için; anladığını, Dostoyevski'nin ifadesiyle;
"Anlamak
hastalıktır" dedirtecek kadar farkında olmak için...
Sonra
ne mi oluyor?
Soru
da bu zaten...
İnsan,
insanlaşana kadar okuyor, okudukça insanlaşıyor ya da hiç...
Hrant
Dink için kanaya kanaya, sarsıla sarsıla parçalanana kadar okuyor.
İnsan
en fazla Hrant Dink olana kadar okuyor...
Ezberi
bozana kadar...
"Şimdi bu yazıya -Chavéz olana kadar ve Chavéz için- ifadelerini de eklemeyi borç biliyorum."
Sonrası...
Sonrası
dramatik. Sonrası tanımlar ve kavramlarla anlatılamayacak bir şey.
Üç
bakır bilyeye verilmiş ak bir güvercin.
Tedirgin,
kaygıları sevdasına kara bulutlar gibi çöreklenmiş anlatılmaz bir zulüm.
Hani
diyor ya usta,
"Hava
kurşun gibi ağır,
Bağır,
bağır; bağırıyorum"
Bağırıyordu
Hrant Dink, anlamıyordu kimse.
Anlamak
neyse!..
Şimdi
ikiyüzbincan bağırıyoruz. (Bir o kadar da üniformalı ve üniformasız ekle) Hep
beraber. Sessizce.
Dilimizle
kalbimizi buluşturmakta sonsuz zorluklar çekerek.
Ermenice
bağırıyoruz. Kürtçe bağırıyoruz. Türkçe...
Türkçe
yürüdüğümüz sokaklarda, Türkçe sevdiğimiz şarkılarla,
Türk'çe
İntikam alanlarla yan yana.
İçim
acıyor Ece,
Uzun
zaman okuduklarımla, uzun uzun hayatı omuzlamaya çalışarak...
Hrant
Dink'le, Orhan Pamuk'la, Sabahattin Âli'yle, Yaşar Kemal'le, Can Dündar'la,
Musa Anter'le, Hasan Cemal'le, Yıldırım'la, Celal'le, İsmail'le, Sen'le...
İnsan
acıyor bir yerinden. Adını koyamadığı şeyler alarak kalbinin bir tarafına,
sokakla ve sokakla birlikte yürüyor bir yerlere...
Mezarlığa
mesela, kiliseye, camiye, ya da ne bileyim işte...
Sevdikleri
her neredeyse işte...
Offf!
derken kalbi büyüyen Hrant'ın anısına, insanın ve insanın anısına...
Kalbi
acıyor insanın.
Kalbim
acıyor Ece.
İnsan
okuduklarından aldıklarını yazmak için mi yazar? Yazmak için mi okur
bilemiyorum.
Bildiğim
bunu başaranlara, içinde insan büyütenlere,
"Ölüm
Orucu"na, "Tecrit"e, "Düşünce Suçu"na, Irkçılığa, Emperyalizme, Eşitsizliğe, Faşizme, karşı çıkanlara; özgürlükle ilgili olan her şeye ve
herkese çok şey borçluyum. Özgürlükle ilgili olan...
Yukarıda da söyledim. Elbette
size de sizin gibi ufkuma katkı sunarak yazanlara da çok şey borçluyum. Tam da bunu söylüyorum.
Ağzına
acılarının bütün azaplarını alarak kalbiyle yazanlara çok şey borçluyum...
Bir
parça olsun yanımızda durduğunuz için, bize kocaman kalplerinizle geldiğiniz
için, ölüme çırılçıplak gidebildiğiniz için... Ya da bize hiç değilse bunun duygusunu verdiğiniz/verebildiğiniz için...
Biz
buradayız, Hrant'la yan yana...
Siz
yazmaya devam edin. Belki bir gün bizim de bir adamımız,
"Biz
burada devrim yapıyoruz sinyorita" der, Latin Amerikalı bir gazeteciye.
Kim
bilir...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)