23 Şubat 2011 Çarşamba

Egemenlik, Ortadoğu ve Halkların Yazgısı… ve Yukarı Deniz’in hikâyesi


Egemenlik, bilindiği üzere, sahibine bir işin yapılmasını emretme, o işi yasaklama ve/veya kendisine boyun eğen insanların işlerini yönlendirme ya da yönetme iradesi/yetkisi bahşeder. Bu yanıyla egemenliğin taşıyıcısı olan temel iki dayanaktan bahsedilebilir. Bunlardan birincisi tanrısal inayet diğeri ise yeryüzü egemenlerinin sistemlerini kurarken oluşturdukları yasalardır. Egemenler, bu her iki temel taşıyıcının uygulama aşamalarında mümkün mertebe her ikisinin de bir biriyle gizli/açık bağlarının olmasını ve aynı zamanda birbirine hizmet eder nitelikte vuku bulmasını önemserler. Tanrısal olanın, egemen olan iradenin işini kolaylaştıran yasalarla uyum içinde tasarlandığı; egemen olanın ise tanrısal olanla daima iyi geçindiği tarihsel süreç içinde malumdur. Bunun en arkaik olanları, tanrıların insanların bedeninde tasavvur olunduğu zamanlara kadar gider. Tarihöncesinin bu tür tasarımlarla dolu olduğunu, ilk Şamanlardan başlatabilir, yerleşik toplumun ortaya çıktığı zamanlarda kabile reisleriyle ve devletleşmiş ilk toplumlardaki tanrı-kral ikonuyla en üst sınırına ulaştığıyla örnekleyebiliriz. Öyle ki; bunu bilmeyen bizden değildir. Cüheladır.

İnsan toplulukları, çoğunlukla kendilerine öğretilmiş olanı hisseder ve onu konuşurlar. Bunu yaparken asla öğretilmiş olanın tuzaklarından, uzak ya da yakın çağrışımlarından haberdar değildirler. Bu nedenle onları kendi hastalıkları ve yanlışlıklarıyla yüzleştirmek çok kolay olmaz; ne bunu kabul etmek ne de bu yanlışlıklar tragedyasında uygun dili bulmak kolaydır. Zira halkların tarihi, başka halkların tarihinin enkazı üzerine kuruludur. Sümerlerin enkazları üzerinde Babil İmparatorluğu, Babil’in ihtişamlı tarihinin üzerinde Asur’un siyah saçlı zulmü yükselir. Hititler’in küllerinden başka imparatorluklar, Urartular’dan Medler’e oradan Persler’e kadim halklar serpilir yeryüzüne. Antik Yunan’ın enkazı; İskender’in zulmünü doğurmuş, Helenizm’in küllerinden Roma zerk olunmuştur. Anadolu kendi yıkıntılarından onlarca kültür, sayısız imparatorluk yaratmıştır. Her birinin tanrıları, her birinin mitleri, her birinin tapınakları olmuştur. Osmanlı’nın Selçuklular’dan, onların Harzemşahlar’dan ödünç aldıklarının sayısını tahmin etmek dahi mümkün değildir.

Lakin halkların tarihi; çobanları tarafından kırılıp geçirildiklerine ve kasaplarına teslim olduklarına dair tanıklarla doludur, der bir düşünür. Öyledir. Halkların tarihi kendinden başkalarını yok sayan liderlerin/iktidarların ve onların iktidarı sallandığında ağzından salyalar akıtarak azgınlaşan vahşi hayvanlara benzeyen kükremelerin fotoğraf kareleriyle doludur. Rönesans Avrupası’nın kanlı tarihinde dalgalanan feodalizmin bayrağı ile Fransız Devrimi’nin acımasız milliyetçi damarının ardında bıraktığı şey özünde aynıdır. Kan ve ölü bedenler... Yıkık, dökük hikâyeler, boynu bükük aşklar, kendine ihanet etmiş halklar…

Kanın rengi her çağda ve her coğrafyada aynıdır. Her yerde ve her çağda ölen halkların dramı bir birinin aynıdır. İktidarların ağzından boşalan salyalarla boğuşan, boğuştukça hırpalanan, yok olan insanların tarihi… Adsız ve hikâyesi unutulmuş sevdaların tarihi… Mahremiyetin ve emeğin tarihi... Onlar hep suçüstü, hep zulme yenik yakalanmıştır kendi topraklarında.

Bu tarihin Tunus’ta çakan kıvılcımı gibi, ateşin soğuk ışıltısında bedenini ölüme terk eden bir gencin yoksullukla sınavında kendini test eden modern dünyanın ötelenmiş halkları gibi, kendi oğullarının ölümü üzerinde devrimler büyütmek… Nasıl ağır… Ne büyük acı… Mısır’ın modern firavunu Mübarek’in hesaplanamayan servetinin ve karşı konulamaz tiranlığının, Libya’da Kaddafi’nin, Suriye’de Esad’ın ve diğer Ortadoğu Halklarının kalbindeki hançerlerin sökülüp atılması bundandır. Ürdün, Bahreyn, İran bundandır… Bu modern zamanların zulmüne isyanın cevabıdır. Bu kavgadan herkes payına düşeni almalıdır. Payını almayan bizden değildir. Biz o uçsuz bucaksız insanlık tarihinin içindeki zavallılarız. Bizler insanız. İnsan olmayan bizden değildir. Biz insan olmanın erdemini, iktidarların mevkiinden evla addedenleriz. Biz erkin kulluğunu, tebaanın yokluğunu tarihin derin karanlık çöplüğüne atarak, var olmaya and etmiş beşerleriz. Bilge Mihail Nuayme’nin dediği gibi; “sakınınız egemenlik putundan ve sakınınız onun “kamuoyu” adıyla tanıştırılan yandaşından. Egemenlik hiçbir şeyi kendiliğinden yapmadığını, aksine, yaptığı her şeyi kamuoyunun iradesini göz önüne alarak yaptığını iddia eder. Ancak o, bu kamuoyunu beslemeyi, geliştirmeyi ve kendi arzusu doğrultusunda yetiştirmeyi bir an bile ihmal etmez. Öyle ki; kamuoyu, kendisine karşı yumuşasa, ona karşı sertleşir yahut kamuoyu sertleşse o yumuşar. Sanki aralarındaki anlaşma sadece bir işin yerine getirilmesidir. Bu da birbirlerinin sırtını kaşımaktır.”Unutulmamalıdır ki; yeryüzü tarihinin içeriği biçimiyle uyuşmayan en yanlış kavramlarından biri kamuoyu kavramıdır. Zira kamuoyundan kasıt, çoğunluğun görüşünün ortasıdır, umumun görüşü değildir yani. Azınlık her zamanki gibi azınlık. Azınlık! Ne başa bela, ne yakılası söz. Azınlık, az olanın kâbusu. Azınlık halkların namusudur. Onu korumayan bizden değildir.

Allianoi azınlıktır. Ertuğrul Günay değil. Van Denizi azınlıktır. Ucube de Kars da azınlıktır, Başbakanlık iradesi değil. Loç azınlıktır. Vadiler, Karadeniz azınlıktır, HES’ler ve Hayatı Yazamayanlar değil, Doğa azınlıktır; DSİ, ve nükleer değil. Halklar azınlıktır, egemenler değil. Anadolu azınlıktır, emperyalizm değil. Çok eskiden söylüyordum, işte yine yine söylüyorum. Anadolu sahip olduğumuz tek şeydir ve onu korumayan bizden değildir.

Allianoi’ya borcumuz borç. Ağlaya zırlaya yazacağım onu, içimde bir şeyler kırıldığı için, hikâyemin o parçası benden sökülüp alındığı için dinmesini bekliyorum acının. Dinmesini… Ne demekse! Van Denizi’ne gelince. O lazım!

Lakin bir küçük laf edeyim isterim mesleğin içinden. “Van Gölü” diye bilinen bu kapalı havza volkan kuyusunun çok eski zamanlara dayanır hikâyesi. Sırf büyük okyanuslara ulaşmıyor diye göle vurulmuş adının Asurlular’dan kalma bir tanımı vardır. "Yukarı Deniz" denir ona bundan 3 bin sene evvelinden beri ve dahi kim bilir onun da evvelinden… Yüksek Anadolu coğrafyasının kadim kavmi Biaini’lerin başşehri Tuşpa’nın eteğine kurulmuş, sodasından ve İnci Kefali’nden ve bir de tırnak büyüklüğünde sivrisineğinden gayri mülkü olmayan bu masmavi deniz, göl değildir. Akdamar Adası’nda bir inancın mabedi, koynunda en yüksek toprakların en haşmetli, en beyaz vapurları, sodalı sarışın saçlarıyla gürbüz çocuklarını da maneviyatına sayalım. Yetmez ama şimdilik bu kadarıyla yetinelim. Ayrıca “Beré Vanê” Vanlının da yumuşak karnıdır. Allah mahfaza. İnsan göl demeye bir Biainili’nin yanında. Orası denizdir onlar için ve göl demek kasıt içredir Vanlıya. Kırılır, gücenir. Kırar ve gücendirir. Bir de bizim Van denizi aşkımıza bir not ekleyelim. Van Denizdir. Adı da eskiden beri "Yukarı Deniz." Öyle çok sevdik ki biz onu. Bir de kitap yazdık. Adına da “Yukarı Deniz” dedik. Handiyse 4 yıl oldu. Bir de duyduk ki, başkaları da belgeselini çekmiş İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden, hem aynı adla, hem bizden de evvel. İlgililere avaz’ı anons olunur! Bu minval yani.

1 yorum: