11 Şubat 2011 Cuma

AYLARDAN OCAK’TI “KIRGINIM SAÇILMIŞ BİR NAR GİBİ”

Bir önceki yazımızın mürekkebi kurumadı daha. Buna rağmen bir haftadır içinde; aklımın en derin yerinde bir soruyla dolaşıyorum. “Neresinden başlamalıyım, nasıl bir sözün içine dizmeliyim kalbimin sınırda devrilmek istenen bir heykelle ilişkisini. Bir sanatçının kocaman bir iktidara karşı duruşunu mu, onun acımasız bir yalnızlığa terk edilişini mi, iktidar korkusunu mu, neyi, neresinden tutarak anlatmalıyım. Dilimin dönüp dönmeyeceğinden emin olamadan, derdimi anlatıp anlatamayacağımın kaygısını taşıyarak ve bütün bunların yanında bir tarafa ait olmadan; düz, nötr, içten bir hissiyatla, yazmanın değil gerçeğin erdemine yaslanarak kalem tutabilmek için kendimce bir yöntem geliştirdim ben. Bunun için gerçeğin yanına vicdanımı koyuyorum. Geriye sadece yazabilmenin tarifsiz çıplaklığı kalıyor. Bunu deniyorum.

Böyle zamanlarda en zehir yasa, bedel ödeyenin kalbinin yüzünde atmasıdır. Duygusunun elleri kadar gerçek olmasıdır. Son dönem bunun inanılmaz örnekleriyle sarsıldığımı belirtmeliyim.

Otuz beş canı yaktılar burada bir yerlerde. Dumanı ve kokusu bütün insanlığımızın göğüne kara bir perde gibi indi. Kimse düşüp yollarına, bakmadı ardında kalanların yurduna. Sormadı, Madımak nere, insan yakmak ne için! O yanan canlardan biri, can otacısı, doktor’u özge, “kırgınım, saçılmış bir nar gibi” demişti bir zaman. Saçıldı. Hepimizin göğüne hem de, nar mı nar! Hepimizin omzunda ağırlığı var şimdi. Sözü türküsüne dolandı kiminin. Çocuk mu çocuktu üstelik. Ozan mı ozan. Yandılar. Lakin yanmak öldürmez adamı, yalnızlık zül ama...

Bir adam kendini ürkek, tedirgin bir güvercin saydı. Onu ensesinden vurdular. Dört yıl oldu. Kimse hâlâ suçlulara ulaşamadı. O güvercinin oğluna “ne hissettiğini sormanın gafletine düştü bir muhabir”, o çocuk, bir taş binanın solgun penceresine çıkıp, oğul olmanın dayanılmaz sancısıyla ve insanca olanın bütün erdemlerine sığınıp, “bu dünyanın camını, çerçevesini indirmek istiyorum” demek zorunda kaldı.

Bir sanatçı bir heykel yaptı bir yerinde bu ülkenin, muktedirler emrederek yıkmanın sığlığına düşüyorlar. O sanatçı, “ben burada heykeli değil, kendimi savunuyorum” demek zorunda kaldı.

Şimdi bütün kayıpların hatıralarda birer siluet olduğu, bütün adressiz ölümlerin hain pusularda duran sırrını, acının muhatabından dinlemek istermiş başbakan? Ne öğrenecekse, nasıl bakacaksa sevdiklerine kefen giydiremeyenlerin nemden çürümüş yanaklarına! Şimdi bir sandıkta naftalin kokuları içinde saklanan hatıraların harlanma zamanıdır oysa şimdi sanatçıya sahip çıkmanın, şimdi bela davullarının çalma zamanıdır oysa… Kalbi kırılmamış, adeta yerinden sökülmüşlerin ağrıyan erdemlerinin karşısında diz çökme zamanıdır oysa… Şimdi kalpleri alıp, o zulümleri tadanlarla aynı kareye koyma zamanıdır oysa…

Çünkü “özgürlük”, salt onun için savaşanların değil, o uğurda ölebileceklerin tadabileceği bir erdemdir. Sırf bunun için bile beyninden bedenine kadar ortasından ikiye yarılmış dev bir (s)imgenin insana ilişkin üstlendiği anlamları düşünebilirmişiz gibi geliyor bana. Nihayetinde insan, kendi anlamlarıyla değerler yaratan ve bu değerler için yarattığı bütün anlamlardan vazgeçmeyi becerebilen bir canlıdır. Bunun içindir ki; kendi eğilimlerini, kendi beğenilerine dönüştürerek; ötekinin beğenilerini yadsıyan bir gerçekliğin uslanmaz savaşçısı olmak daima en çekici yönelim olmuştur. Ötekine üstünlüğün bir taktikler savaşı olarak bütün acımasızlıkları meşru gösteren, (bugün insana ve hakka ilişkin ne varsa onu kökten ihlal etmeyi meşru kabul eden) bir savaş dilinin egemen düsturu olduğu yüzyılların gerçeğidir. Bunu doğanın bir yasası gibi kabul edebilmek için eşit koşulların eşit taraflar için söz konusu olması gerekir. Öyle değilse, ki değil; o halde bu bir yasa filan da değil.

Eğer sürekli bahsi geçen yasalara uyulacak ve gereği yapılacaksa doğal yasanın; tıpkı vahşi doğada; yaşadığı topluluk içinde lider olabilmek için türünün mevcut ve meşru liderlerine başkaldırmak ve gerekirse bu uğurda ölmek dâhil her türlü sonuca razı olmak üzere meydana çıkmış bir namzet olmak gerekir. Bir yaban keçisinin, bir çakalın, bir vahşi kedinin, bir aslanın hatta bir timsahın bu gerçek için aynı davranışı benimsemesi hatırlanmalıdır. Ancak bu yasada diğer canlılardan farklı olarak insana özgü bir davranış dikkat çeker. Bütün diğer canlılar yiğitçe meydana çıkar, lidere savaş açarlar, liderse onu ciddiye alır ve restine karşılık verir. Ve çarpışma başlar. Üstelik bu eylem her akla geldiğinde yapılmaz, tam tersi belli dönemleri vardır. Genellikle yılda bir gerçekleştirilir ve buna doğal seçim ve iktidar yarışı da denebilir. İşte bu türden eliminasyonlara, doğal demokratik mücadele adını pekâlâ verebileceğimizi düşünmekteyim.

Oysa Ademoğlu genellikle elindeki avantajları da kendi tarafına alarak çullanır rakibin üzerine hatta bazen rakibin hassasiyetlerini kollayarak onu arkadan bile vurur. Tuzakla, desiseyle, hileyle alt etmeye çalışır. Polisini, jandarmasını, medyasını, yargısını takar koluna, baretini, zırhını, kalemini, cüppesini giyinir ve öyle çıkar sahaya. Oysa böyle değildir doğada yasalar, orada yarışanlar tek başınadır. Ne taraf vardır, ne de taraftar. Orada her şey hatta geçmişte kaybetmişler bile tarafsızdır.

Siyaset yoktur yani. Oysa bakınız siyasetçilere, koşullar onun için hâsıl olmuşsa, namertlik iyice berkir, avantajlar elindekilerin haşince desteklenmesiyle azami etkiye kavuşturulur. Böylece özgürlüğünden, başka kaybedecek şeyi olmayan “diğeri”nin, özgürlüğüne de göz konmuş olur. Yani canına… Salt canına da değil, değerlerine de kastedilmiş olur. Yara büyür. Çatlak genişler. Söz yiter.

Son günlerde bu tespitlerin en acımasız örnekleriyle meşgul, ziyadesiyle pasif bir toplumun boşboğaz siyasetçilerinin ateşlediği fitilden harlanan yangını söndürmekle uğraşıyoruz.

Biri sınıra yakın diye mi, eski bir belediye başkanına öfke olarak mı, bir başka eseri gölgeliyor diye mi, düşman bir kavme “gel, barışalım” dediği için mi bilinmez; ama bir biçimde bir sanat eserine “tiz yıkıla” emri vermekte. Öteki, ekranda ağlaya zırlaya bunun “ucube” gerekçelerini bulmaya çalışmakta. Esasoğlan başka bir ortamda “ıksırana, tıksırana kadar içiyorlar” diye çıkışmakta, yüzyıllık bir spor kulübünün en lezzetli dakikalarında hazımsızlık edip, “arenadan kaçmakta” ve parmak sallamakta, bir “Allah kuruşu” harcamadılar diye. (Sanki Ali Sami Yen, bırakın Türkiye’yi, dünyanın en değerli arazilerinden değilmiş gibi… ) Bu restin ardından koskoca kulüp başkanını 10 dakikada medyanın orta oyuncusu haline döndürmekte ve en garip olanı; her bir durumun gerekçesinde yumruğunu masaya vurup, “mülkü benim, öyleyse ben ne istersem o!” minvalinden kükreyen bir Nemrut gibi, kendine inanmış olanları bile dehşete düşüren bir şahlanışla toplumu sindiren “Aman Ya Râb!” bir figür oluvermekte. Yazık! Bu berbat psikolojik ortamın yarattığı sisin, pisin, pusun ortasında, zaten bozuk olan toplumsal iletişim kanallarına nasıl kirli, nasıl kanlı çaputlar tıkandığı da gün gibi aşikâr.

Gittikçe yarılan, gittikçe kendine ve çevresine yabancılaşan; özgüvensiz, gittikçe karanlıklar içinde, sahte bir toplumun yaratılmasındaki bu dayanılmaz maharet hangi amacı hedeflerse hedeflesin beyhudedir. Acizdir. Unutulmamalıdır ki, “su akar yatağını bulur”. Zira refleks olarak tepkisini dillendirmemek, rıza göstermek olarak da anlaşılmamalıdır. Kategorik olarak belli bir ideolojik tarafın üstünlüğü olabilir, hatta sindirilmiş olmanın yarattığı acz bile olabilir; ancak serlevha asla değildir. Böyle bir kader olamaz. Buna Allah da rıza göstermez, kulun da biadı mümkün değil. Böyle bir serencamın tasavvuru dahi mazur gösterilemez, makul değildir. Hele bunun bir lütufmuş gibi dayatılması, bir kral edasıyla bir arenada haykırılıyormuş gibi yüksek perdeden haykırılması anlaşılabilir olamaz. Bırakınız demokrasiyi, sosyal devleti filan, böyle bir üslup savaş meydanında dolaşan muzaffer bir komutanın bile tercih edeceği bir tarz olamaz. Zira muzaffer komutan bilir ki; içinde dolaştığı ceset yığını, bastığı da kandır. Orada biraz da onun kılıcının payı vardır. Özgürlük ve inançtır her iki durumun da nedeni. Oysa böyle mi gelişmektedir son günlerde yaşadıklarımız! Ne meydanda vakur ve muzaffer bir komutanın erdemi ne de bedeninden kan sızdıranların yaralarında inanmış ve savaşmış yığınların huzuru var. Sonu pek de aydınlık olmayan bu yol, nereye çıkar bellolmaz.

Son Not: Hıncal sana verilecek bir cevabın bile zül geldiğini bil, yeter!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder