11 Şubat 2011 Cuma

Kars’ın Kadim Kavimleri ve Sanatsal “Ucube”yle İlişkisinin Kısa Tarihi

Kars, günümüzden yaklaşık (G:Ö) 3200 yıl öncesinden beri kendi adıyla çağrılan kadim bir şehirdir -ki Urartulardan önce başlar ihtişamlı tarihi ancak Urartulardan azade değildir. Hem onlardan eskidir -ki Borluk Vadisi’ndeki, Zivin’deki, Zivistan Yaylası’ndaki kaya üstü resimleri bu gerçeğin en bilinen, tartışmasız kanıtlarıdır.- Gör ki; Kars, hem Urartulara rağmendir hem de onlara dair… Urartular için adı Diauehi Ülkesidir; Asurlular için Daiaeni Ülkesi. Her ne olursa olsun, kimin için olursa olsun Kars kadimdir. Tarih eski, halk ziyadesiyle zirvesinde çağının.

Varlığı bir kartal yuvası gibi sarp bir kayanın tepesine oturmuş, ardında derin Borluk Vadisi, Aras Çayı; önünde Serhat Ovası’yla uçsuz bucaksız bir toprağın tek hâkimidir. Andezit taş blokların yumuşak ama azametli dili, Ermeni ustaların ellerinde, geçmişten günümüze nakış nakış konuşan bu şehri yeryüzü cennetlerinden birine çevirmiştir. Kars, Amasyalı Strabon’dan Ptolemaios’a; imparatorluk tarihçisi Constantin Porpyhyrogenetus’tan Ermeni tarihçi Levond’a; Thomas Artsruni’den Stephanos Asolik’ine; Kaşgarlı Mahmut’tan Katip Çelebi’ye; Puşkin’den Bazil Nikitin’e kadar bir çok çağdan günümüze kadar onlarca tarihi kişiliğin dikkatini çekmiş, eserlerine konu olmuştur.

Bu kadim geçmiş, Kars’ın derin ve zengin sanatsal ve entelektüel kültür dünyasına sonsuz bir zenginlik katmış; dahlinde yaşayan toplumların daima aydın ve yaşadığı çağın uygar bireylerinin yetiştiği bir kültüre sahip olmasını sağlamıştır. Bunun için birçok şimdiki zaman anlayışının asla ulaşamayacağı refleksi, o kültür daima kadim bir alışkanlık olarak, sıradan ve incelikli bir hoşgörüyle benimsemiştir.

Bugün bile Pomak, Rus, Malakan; Alman, Leh (Romanyalı), vatandaşların Kürtler, Azerîler, Yerliler, Karapapaklar, Lazlar ve bunlarla birlikte toplan 28 halkın sınırları içinde ve kusursuz bir uyumla birlikte yaşamayı becerdiği bu kadim kentin özgün bir dili, zengin ve renkli bir sanatsal ve entelektüel derinliği vardır.

Son yerel seçimlere kadar kentin tarihi karakterine entegre olmuş bir politikayla daima plastik sanatlara, mimariye, estetik ve spora, dansa ve halkbilimsel uğraşlara büyük özen gösterilmiş; meydanlarında festivaller, buz dansları düzenlenmiş; yamaçlarında kış/kar sporları, geniş düzlüklerinde at kızağı yarışları, cirit ve bilumum kış aktiviteleri gerçekleştirilmiştir. Oysa bu son yerel seçimler sonrası kentin karakteri, üzerinde yaşayanların karakterine ve özgün farklılıklarına yabancılaştırılmış; ısrarla ve anlaşılması imkânsız politikalarla muhafazakârlaştırılmak istenmiştir. Bunun tek gerekçesi olarak da kazanılmış bir belediye seçimi dikkat çekmektedir. Zulüm!

Zulüm başka nedir ki?

Eğer, yoksulun yoksulluğunu, bikesin kimsesizliğini, biçarenin çaresizliğini kullanıyor ve bunun adını koyarak ona nafaka dağıtıyorsanız, zulmetmiyorsunuz da, ne ediyorsunuz acaba…?

Bir örnek anlatmak istiyorum size;

Adamın biri bir gün uzayan saçını sakalını düzelttirmek için bir berbere gider, berber ustası ne adamı dinler, ne de sorar ne istediğini, başlar kesmeye saçı sakalı. İte kaka, edepsizce ve hiçbir şey sormaya tenezzül etmeden bitirir işini, sonunda “kalkabilirsiniz” der yerinizden. Adam bir bakar ki; yontulmuş kaz gibi, rüsva edilmiş saçı sakalı. Hiç de onun istediği/isteyeceği gibi olmamış traşı. Öfkelenir tabi, bağıra çağırır adam; atışma başlar ve nihayet yıkar berberin başına dükkânı, çıkar kapıdan adam. Yeni bir berber arar kendine, nasılsa seçme hakkı onun, hizmet görevi ise berberindir. Tam da budur işte belediyecilik. Bir hizmettir ve kamusal alanda gerçekleştirilir. Seçerek getirir yurttaş, seçmeyi reddederek de götürür. Dinlemezsen, berber ustasına döner akıbeti adamın, ne iktidar paklar ne sultan. Şimdi söyleyin bakalım, Kars’ta olanlarda belediyenin yaptıkları ile kötü berber ustasının yaptıkları arasında ne fark var? Peki müşteriyle seçmen arasındaki ilişkinin tanımı nasıl ola ki?


İşte Kars’ta son dönemlerde yaşanan tam da bu kötü berber ustasının yaptıklarını hatırlatmakta ister istemez. Kars belediyesi son yerel seçimlerde el değiştirince önce Kars kentinin Paris sokaklarından esinlenmiş ve Fransa’dan getirtilmiş yarı çıplak olarak betimlenmiş nyphelerden oluşan kent içi çeşmelerini “çıplak kadın figürlü bronz çeşmeler” yeniden düzenleme gerekçesiyle kaldırıldı. Ardından kentin sembolü olan “Kaz heykeli” trafik düzenlemesi gerekçesiyle kaldırıldı. Ardından belediyenin önünde yer alan “Çiçek Tutan Kadın” ve “Koyun Kucaklayan Kadın” heykelleri bir bir kaldırıldı. Şimdi ise sıra kentin kuzeybatısında Aras Nehri’nin Kars Kalesi’ni dolandığı yerin hemen batısında yer alan tepede yapımı sürdürülen “Özgürlük Abidesi”ne gelmiş görünüyor. Bu heykeli ise gerek azameti, gerekse etkisi nedeniyle başkan belli ki bir gecede sökemeyeceği için genel başkanından; yani Sayın Başbakan’dan yardım istemiş ve böyle başlatılmış operasyon. Sürecin verimli sonuçlanabilmesi içinde heykele atfen aranan muhteşem sözcük bulunuvermiş. UCUBE!

Bu heykel de kaldırıldığında, Allah’ın izniyle Kars, kaz gibi yolunmuş olacak, saçakları bir bir koparılacak, sanattan diktiği giysileri çıkarılmış, çıplak bırakılmış olacak. Üryan şehir yani! Üryan başka nedir ki bir şehir için? Böyle doğduk anamızdan, böyle varacağız Rab’bın huzuruna. Bundan zaar.

İnsan bu tür bir davranışın nedenleri üzerine kafa yormaya başladığında, yaşananların pek de iyi niyetle açıklanabilecek şeyler olmadığını üzülerek fark ediyor. Zira bir sanat eserini beğenip beğenmemek kişisel olabilir; ancak bırakınız bir kente dikilmiş onbinlerce kilo gram ağırlığındaki heykelleri, dolaştığınız bir sergide karşılaşacağınız ve her ne gerekçeyle olursa olsun sizi rahatsız eden bir eserin sergiden kaldırılmasını isteyemezsiniz. Nihayetinde orada sizin için “ucube” olan başkası için pekâlâ kusursuz bir anlatım biçimi olabilir. Şöyle düşününüz; sizin “put” diye tanımladığınız bir eser, “başkasının tanrısı” olabilir ya da sizin “ucube” addettiğiniz “anlatım biçimi”, başkasının insanlıkla, barışla ilişkin bütün anlamlarını içerebilir. Bu nedenle burada söz konusu olan esas olgu, sıradan insanın beğenileri ve beyanatları ile bir ülkenin başbakanının beğeni ve beyanatlarının arasındaki yaptırım gücünden kaynaklanan haşmetli farktır. Dolayısıyla bir başbakanın yapacağı her hangi bir açıklamanın bağlayıcılık niteliği, olguya ilişkin kararın ve algıların merkezinde durur. Burada etkisiz olmanın olmazsa olmaz koşulu, çok doğal olarak etki merkezi olan makamlarda yerleşik olan kimselerin beyanatlarını azami bir empatiyle gerçekleştirmeleri gerektiğidir. Ancak böyle olduğunda toplumsal normların bizden istediği ve yasaların da çerçevesini giderek kalınlaşan çizgilerle çizdiği birlikte yaşama isteği ve zorunluluğu perçinlenmiş, toplumsal ve bireysel reflekslerin, sanatsal olana ilişkin ufku zenginleştirilmiş olabilir. Buna empatik refleks olarak bakabilmenin tek yolu; erkin, sanatla kurduğu ilişkide öznel olana değil, nesnel olana itibar etmesi yoluyla ulaşılabilir. Oysa bu örnek üzerinden ortaya çıkan resmin, burada sayılıp dökülenlerden ziyade, ontolojik olan değerler silsilesiyle yoğun bir ilişkisinin olduğu ziyadesiyle dikkat çekmektedir. Bu tespitin kanıtları, olayın ortaya çıkışından itibaren seyreden tartışma süreçleri içinde, iktidar/erk sahiplerinin beyan ve demeçlerinde mevcuttur. Sağlaması da o tarihten bu yazının yazıldığı dakikalara kadar süren zamanlarda basın-yayın organlarının arşivlerine düşen kayıtlarda bulunmaktadır. Bundan sonra da arşivlere düşmeye devam edecektir.

Bununla birlikte, nev’i şahsına münhasır “Tarih Yorumlama Yöntemlerimiz” arasında yer alan bir yöntemle bakıldığında, olayın “görünen ve gerçek” olmak üzere tipik iki başlık altında incelenebilecek nedenlerinin olduğu görülecektir.

“Görünen Neden”: Söz konusu eserin amacının ve tarifinin tam tersine estetik ve sanatsal bir eser olamadığı, tam tersine çirkinlik abidesi bir “ucube” olarak nitelendirilmiş olması ve yerinin doğru seçilmeyip; anıtlar kurulu tarafından “sit” ilan edilmiş olan ve geçmişte tabyaların bulunduğu bir tepenin üzerinde yer alıyor olmasından kaynaklandığıdır. Ayrıca Ebu’l Hasan El-Harakanî / Hesenê Xirxe Türbesi’ni gölgede bırakabilecek devasa boyutlarda olması da bir başka neden olarak gösterilmekte. Ancak unutulmamalıdır ki; Fayton Pazarı’nda yer alan Ebu’l Hasan El-Harakanî Türbesi’nin 50-100 metre yukarısında yer alan 12 Havariler Kilisesi’nin son durumu, nasıl muamele gördüğü, mekanın kutsallığına ne kadar saygı duyulduğu da yine arşivlerde ve “şu an”ın çıplak belleğinde kayıtlıdır. İtiraf etmek gerekir ki; 12 Havar’ler Kilisesi’nin ne kutsallığı ne hak ettiği saygı ne de haşmeti Kars’taki her hangi bir eserden daha az değildir. Zira o da bizim değerimizdir, o da bize dairdir. Ancak anlaşılan o ki; “bu bizden, bu bizden değildir” anlayışı, “merkez”den uzaklaşıp “sınırlar”a ulaştığı her yerde daha uzun bir süre vazgeçilmez bir politika olarak devam edecek. Bu anlayış daima bir milliyetçilik nümayişi olarak canlı ve acımasız bir düstur olarak dimağımızda kalmaya devam edecek.

Gelelim “Gizli Neden”e: Heykelin 36 metre olması ve Ermenistan’dan görünebilir azamette olması; heykel yapımının şirk anlamında yorumlanması; Kars Belediyesinin AKP’nin olması, AKP’nin de Kars’ın ve Türkiye’nin (iktidarının) sahibi olması; heykel yapımına kendi başkanlığı döneminde başlanan Kars Eski Belediye Başkanı Naif Alibeyoğlu’nun son yerel seçimlerde AKP’den ayrılarak CHP’ye geçmiş olması gibi nedenler dikkat çekici gerçek nedenler olarak sayılabilir. Ayrıca AKP’nin bir seçim yatırımı olarak millityetçi tabana ulaşabilme gayretleri de bu listeye eklenebilir. Bu liste daha da uzatılabilir; ancak gerekçe ne olursa olsun bilinmelidir ki; her kentin kendi tarihi vardır ve dışarıdan müdahil olunarak sadece o tarihin içinde detay olunabilir. Tabî o da ne yazık ki egemenlerin niyetleriyle ilişkili olamayacak ciddiyette gerekçeler ister, öyle kayıt altına alınır tarihin tozlu raflarında.

Zira şehirler de insanlar gibidir ey muktedir. Giyinir, süslenirler. Ruhları vardır, sevgilileri, hüzünleri vardır. Ölüleri vardır onların da, dirileri.. Kavgaları vardır onların da. Öyle kolay susmazlar, bugün değilse bile, “bir gün mutlaka” konuşurlar dertlerini. Bizden söylemesi. İnsan hiçbir şeye bu kadar zulmetmez. Güç diye, kudret diye yakıp, yıkıp geçmez. Az vicdanına koyar elini. Göğe bakar azıcık. Hem kendinin, hem başkasının birlikte baktığı göğe…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder