11 Şubat 2011 Cuma

K(g)ör gözüm seyreyle İdris’i

Torstein Veblen, ünlü “Aylak Sınıfın Teorisi” adlı çalışmasında; bir şekilde kendilerine devretmiş mülklerin ve maddi olanakların kazanımlarıyla yaşayan ve bu yaşam biçimi nedeniyle de kendi katma değerini ve üretimini kendi yaratan diğerlerini asla anlayamayan küçük ve aciz bir gruptan bahseder. Bu bahsin içinde kimi zaman geçmiş birikimlerini tüketmeye başlayan ve onunla yaşayan bir başka küçük gurup da epey üzerinde durularak yer alır. Şu sıralar izlediğim Yavuz Turgul’un “Av Mevsimi” filmi bana “Aylak Sınıfın Teorisi”ni hatırlattı.

Peşin peşin söyleyeyim: “Av Mevsimi” gibi lüzumundan fazla beyaz bir projeyle büyük bir başarıya imza atmışlar havası yaratılmaması gerektiğine kanaat etmekteyim. Zira “Av Mevsimi”nin, işlerine usulen bağlı oldukları her sözcüğünden anlaşılan çeşitli kimseler tarafından sinemanın yeni zirvesi gibi sunulmasına hayretle bakmaktayım. Bu konuda ziyadesiyle garip, ruhsuz ve irdelemekten uzak yorumlar okumaktayım. Bu minvalde Türkiye sinemasının üst düzey teknik donanımdan yoksun olmadığının artık ayniyle vaki olmasından hareketle söylemek gerekir. Bir kere bu çalışmada sinematografik olarak ulaşılmış bir üstlimit filan yok. Bu çalışma için ne Yavuz Turgul’un ne de ekipte yer alan diğer sinema emekçilerinin “budur” diyerek memnun ve mesut olabileceklerini, ulaşılabilecek en iyi sona ulaşılmış gibi yapacaklarını düşünememekteyim.
Şöyle ki; dar alanda kaydedilmiş enfes ormanlık(!) alan görüntüleri tamam. Cem Yılmaz’ın harika performansıyla yeniden hayat bulmuş sevgili Kazım Koyuncu’nun hüzünlü şarkısı ‘Hayde’ ile yaratılmış ve belki de sinema tarihimizin en ölümsüz sahneleri arasına girecek olan “mesleğe veda yemeği”ndeki müzikal lezzet tamam. Böbrek hastası genç kızın her şeyden habersiz “Çömez”le (Okan Yalabık) göz göze gelmelerindeki insanilik tamam. Deli”nin (Cem Yılmaz) barda votkayla kurduğu yakın Amerikanvari yarı Western ilişki de tamam. Hatta “Asit”in kaçtığı aracı o kadar rahat kenara çekmesi ve mahalledeki ahbaplarıyla muzaffer komutan havasındaki artist ilişkisi ve “Avcı”nın (Şener Şen) da onu bir nefeslik zamanda fark etmesi ve her nasılsa gün ortası, mahalle içinde kafasını duvar kenarından uzatarak zanlıyı gözetlemesi de tamam.

Buraya kadar çalışmanın kategorik olarak filmografisine değer katan ve bu değeri görsel açıdan seyirlik kılan kesitler ilgi çekici olabilir. Lakin ahpab’ı ehil olmaz da meseleye Neyzen’î bir cüretle bakarsak, görülecekler aynen aşağıda sayılanlar ve ziyadesi olacaktır. Bu dilin zuhuru, kimseyi yermek için değil, tekil olanın bütünden evla olmadığını vurgulamaya içkindir.

Filmin görsel omurgasının geçtiği bir mahal var ki; o mahal piknik artığı bir koruluktur. Burası bakımsız, terkedilmişçesine izbe bir mülk olarak düşünülmüş. Bununla güya doğallık sağlanmış, o mahalde işlenmiş cinayete, tenhalık ve pusarılık imgesi kazandırılmış. Oysa çelişki tam da burada başlamaktadır. Nihayet “Battal” (Çetin Tekindor), filmin sonunda yine bu mahalde avlanmaktadır ve burasının, kapısındaki demir girişten ve aracın park edilişinden, uzun süreden beri orada bulunan arazi aracının bulunduğu garajdan ve tabiî ki mahalde yer alan av evinden, buranın Battal’a ait özel mülk olduğunu anlamaktayız. Oysa böyle midir senaryonun başında karşılaştığımız kopuk el sahnesinden hareketle ortaya konan hummalı polisiye çalışmanın ve dedektiflik içeren gözlemlerin ciddiyetinden beklenen. Aynı mahalde hem araç lastikleriyle karşılaşacak, hem de bot izlerini gözlemleyecek, üstelik her iki izin de kalıplarını alacak, kriminolojik bütün ipuçlarıyla birlikte değerlendirecek ama bölgede hatta burnunun dibindeki mülkte araştırma yapmayacaksınız. Bu ne biçim polisiye? Nasıl bir acemiliktir ki, kulağı tersten tutuyor; olmadık süreçlerden sonra yeniden aynı mahale geliyor ve fark ediyor ki, buradaymış bütün deliller ve üstelik hiç biri de karartılmamış. İlginç. Üzücü bir acemilik. Kötü bir senaryonun ikinci hiç bir göz tarafından görülmemiş dikkatsizlikleriyle dolu...

Bütün çıplaklığıyla niteliksizliği ve sinematografik hiçbir yaratıcılığın kıyıcığından bile geçemeden, onlarca etik tartışmaya açık tıbbi bir operasyon var ki; melâmet. Buradaki gayri ahlakiliğe ilişkin verilmek istenen mesajın üzerinde durulamayacak kadar sıradan. Hiçbir argümanı güçlü kurgulanmamış. Bu işlemi yapan doktorun vicdanı vicdan değil, sanki kumdağı. Sonu intihar. Lakin baba zalim. Baba insanlıktan çıkmış bir deccal. Baba Dehâk. Buralar bile anlaşılabilirdi ancak; her nasıl oluyorsa karakteri adıyla özdeş Battal’ın bir vicdanı olduğunu ise filmin sonlarında çok dramatik bir yapaylıkla öğreniyoruz. Güya özel mülk; yani Battal Çolakzade’nin av evi aynı zamanda Battal’ın sıkıntılı dönemlerindeki alternatifsiz tek sığınağıdır. Böyle resmedilen bu yer, her nedense önüne gelenin rahatlıkla girip çıktığı, Battal’ın bunca servete ve karanlık kariyerine rağmen her nedense feci şekilde korunmasız ve çok sıradan bir mahalmişçesine sağa sola ateş edilen ve dahi kimseciklerin de “neden kardeşim, neden bu kadar pervasızlık” diye sormadığı bir mesken. Tuhaf. Kavramın bütün anlamlarıyla, tuuuhaf.

Oysa karanlık basmadan ve Türkiye sineması kendi yeni değerlerini yaratırken, üstelik ziyadesiyle uluslararası bir dil ve saygınlıkla takdir toplamaya başlamışken, eskinin sınırlı vizyonu ve tükenmekte olan klişeleriyle can çekişen ustalarından yenilenen ve devinerek fokurdayan yeni tip sinemanın hareketliliğine saygı duyulması için yeni bir dili egemen kılmak gerekebilir. Dolayısıyla, eskilerin kabul edilmişliklerinden aldıkları gazla sürdürdükleri ve müthiş promosyonlarla süsledikleri sığ ve üçüncü sınıf polisiye romanları andıran, gişeye ve aksiyona oynayan ama aslında hiçbir yeteneği olmayan hatta fotografik olmanın dışında hiçbir açılımı barındırmayan projelerle takdir toplamaya alıştırılmaları ve bu beklentiyle de egolarını şişirmeleri Türkiye sinemasına yapılacak en berbat kötülük olacaktır. Bu yaklaşım yaşlı bir kaplumbağanın üzerinden bir türlü söküp atamadığı nasırlaşmış kabuğundan duyduğu aczin müthiş çaresizliğine benzer.

Son Not: Bütün bunlara rağmen, kültürel bir zenginlik olarak filmde Lazca’nın bu denli sevgi ve zarafetle kullanılmış olması harikuladeydi. Bir de Cem Yılmaz’ın aslında komedi dışında her rolü becereceği gerçeğinin altı koyu kalemle çizilesidir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder