15 Şubat 2011 Salı

İktidarın niteliği ya da hakkın tanımındaki belirsizlik!

W.Benjamin, devrimci yargının niteliğini; “Ezilen kitleyi, salt bir kalabalık bağlamında gören bakış açısı, güvenilir nitelikte bir devrimci yargıyı temel alabilir mi?” sorusu üzerine kurar. Bu niteliğin tartışmalarını örneklerken, Victor Hugo’nun 25 Kasım 1848 yılında, Fransız Meclisi’nde yapılan tartışmalarda ortaya koyduğu bir tespitine başvurur. Hugo, ileri sürdüğü tezinde, “Monarşinin işsiz-güçsüzleri vardır, cumhuriyetinse yankesicileri…” der.

Hugo’nun bu tespiti bir düşün insanının fikirlerinden damıtılmış olmakla birlikte, gelecek yüzyılların yeni egemen sistemi olmaya muktedir bir rejimin başat trajedilerinden birinin bilge bir siyaset adamının ağzından itirafı olarak da anlaşılmalıdır. Zira Hugo, yalnızca bir düşünce insanı değil, aynı zamanda yaşadığı çağın bütün travmalarına tanıklık etmiş, o travmaların derin analizlerini yapmış bir siyaset adamıdır da. Bu tespitiyle Hugo, duyarlılıklarını kendi özgün diliyle oluşturmuş bir düşünürün, kendisi hakkında tespit geliştirdiği cumhuriyet rejiminin yeniden sorgulanmasının büyük bir pencereden görülmesini sağlayacak çıplak bir bakış açısı sunuyor bize. Sırf bunun için bile, ideal’lerimizin yeniden sorgulanmasını, o ideallere yüklenen anlamları, bir tür bağımlılıkla savunulmakta olan tercihlerimizin acımasız bir transkritiğinin yapılmasının gerekliliği Benjamin’in o ustalıklı keşfinde çıkıyor karşımıza. “Monarşinin işsiz-güçsüzleri vardır, cumhuriyetinse yankesicileri…” Ne kadar acımasız, ne kadar gerçek değil mi? Bizim cumhuriyetimize bir bakın, aklınıza kaç tane yankesicilik hikâyesi geleceğini bir kalemde sayın, şaşıracağınızdan hatta afallayacağınızdan zerre kadar kuşkum yok.

Yaşamsal gerçekliğin, verili olandan ziyade, gizil olanın deşifrasyonundaki eşsiz görme yeteneğini; bilgeliği, keskin zekâ ve renkli okuma argümanları ve bilimsel yürekliliğiyle düşün dünyasında bir yıldız gibi ışıldayan W. Benjamin, her tespitinde olduğu gibi bu örneklemde de çıplak ve çarpıcı bir tespitte bulunuyor; bununla yetinmeyip, düşüncesini belli bir tutarlılıkta ortaya koyabilmek için dozu çok yüksek, eşsiz nitelikte bir alıntıyla gerçeğin altını çiziyor.

Çok merak ediyorum, monarşinin hırsızları, cumhuriyetin işsiz-güçsüzleri olarak yer değişse, Türkiye’de, 21. yüzyıl dediğimiz bu çağda, yukarıdaki önermenin gerçekliğine muhalefet edecek kaç aklıevvel parmak kalkabilir bu toplumda? Hiç! Büyük bir “Hiç Parmak” kalkabilir! Eğer orada bir yerlerde bu önermeye muhalefet edecek tek bir Allah kulu çıkarsa, biliniz ki; o parmak, o kirli suda yüzmüştür. O menşei monarşi olan dergâhta yankesicilik yapmıştır.

Soralım öyleyse; güzelim ülkemin, yalnız ve kederli yurttaşları, bu önermedeki yankesicilerin kendilerini devralınmış iktidarlara göre el değiştiren cumhuriyetin sahipleri olarak addedenler olduklarını biliyorlar mıdır acaba? Bizi kimlerin soyduğunu, kimin halk, neyin hak olduğunu biliyorlar mıdır? Derin bir üzüntüyle altını çizmeliyim ki; o yoksul yurttaşlar, o çıplak gerçeği hep bildiler. Kuşkusuz her zaman da bilecekler.

Zira bakınız Mısır’a, bakınız Tunus’a, Fas’a, Kuzey Afrika’nın kâğıt kaplanlarına bakınız. Hepsi monarşinin hırsızları değiller miydi? Ya da değiştirelim önermemizin yönünü, bütün bu rejimlerin ismi cumhuriyet değil miydi? Bu cumhuriyetlerin hırsızları kendi egemenliklerinin yankesicisi olan birer zorbaydılar. Kendi cumhuriyetlerinde yankesici, halkın cumhuriyetinde işsiz-güçsüz birer zavallıya dönüşecekler.

Ancak kendi monarşilerinde yarattıkları işsiz-güçsüz halkların bütün haklarını gasp ederek elde ettikleri servetlerini, başka cumhuriyetlerin yankesicilerine dondurulmuş hesaplar olarak kaptırmaktalar. İşte aynı çağda, adı cumhuriyet olan monarşilerde oluşan bu büyük paradoks yeni tür bir yankesiciliğin, yeni tür bir yağmanın despotik, acımasız bütün gerçeklerini içermektedir. Böyle bir zamanın cumhuriyetinde, böyle büyümüş egemenlik alanlarının aslında halkların iradesi karşısında ne kadar zavallı, ne kadar kof, ne kadar dirençten yoksun olduğu da yine adı geçen örneklerden malumdur.

Böyle bir önermenin bize sunduğu bilinç akışının olanakları içinde durarak kendi cumhuriyetimizin haletiruhiyesiyle teşne olmaya çalışırsak ne göreceğimizi çok merak ediyorum. Devlet’i Âli’nin kadim topraklarında baş gösteren yeni arzunun, başkanlık-yarı başkanlık sistemleri üzerinde başlattığı büyük polemikle çalkalanmaya başlamışken, derdimizin yukarıda vurgulandığı üzre bir olanının bin olmaya namzet olacağı aşikârdır. Zira açık-eşkere dillendirilen tartışmaların merkezinde, modern zamanların ideal rejimi olarak sunulan cumhuriyetin, cumhurun iradesinden kotarılıp, monark bir iradeye teslimiyetini sağlamak için tansiyon yoklaması olarak zuhur ettiği cumhurun malumudur.

Böyle sistemlerin egemenlik prensipleri, toplumların özgül iradesiyle oluşturulduğunda ve demokratik seçilim ilkeleriyle uygulandığında ortaya çıkan yönetme/yönetilme biçimine demokratik cumhuriyet adı verilmektedir. Demokratik cumhuriyet, antik yunan cumhuriyet geleneğinin halk iradesine dayalı en gelişmiş biçimi olarak tanımlanır. Oysa başkanlık-yarı başkanlık biçiminde özde monark bir iradenin hâkimiyetine tekabül eden ve yetkilerin çoğunlukla tek kimsede toplandığı yönetim biçiminin ise adından gayrisinin monarşik cumhuriyet (ne demekse!) gibi ucube bir karşılığının oluşacağı gün gibi aşikârdır. O zaman karşımıza çıkan soru dünya üzerinde hali hazırda mevcut olan başkanlık sistemlerinin ne olduğu sorusu olacaktır. En güçlü cevap, tıpkı hamburger kültüründe olduğu gibi çiğnemesi kolay hazmı zor bir kültürün varlığında karşılaştığımız, ziyadesiyle obur, ziyadesiyle doyumsuz bir ABD örneğidir. Orada gördüğümüz sistemde bize uymayan reel karşılıkların olduğu unutulmamamıdır. Oradaki irade, Antik Yunan yada Eski Asur İmparatorluk geleneklerinde karşılaştığımız, periferide bağlı kentlerin ve merkezde tek bir monarkın iradesinden başka ne anlama gelir ki? Orada söz konusu olan bağlı kent geleneği, modern Amerika için eyalet sisteminden kuramsal açıdan ne kadar farklılık göstermektedir ki? Bunun Türkiye için uyarlanabilirlik kriterleri hangi ölçüde ileri sürülebilir ya da burada eyaletleşmeye tahammül yahut yönelim gerçekleştirilebilir mi?

Başkanlık sisteminin Rusya örneğindeki dramatik realite ise başkanlık sisteminin ne kadar anlamlarından âzade olduğu, Medvedev-Putin ilişkilerinden dünyanın malumudur. Bunun yanında Fransız usulü demokrasilerde zuhur eden yarı başkanlık uygulamalarının iflah olmaz sorunları ise parlamento-Sarkozy kan uyuşmazlığından gün gibi ışımaktadır. Geriye ne kaldığı ise malumunuzdur.
Sözün özü, erk’i tek bir bireyin iradesinde toplamaya meyletmiş her tür egemenlik eğilimi monarşik bir damar üzerinden kan taşır. Bu tip düşüncelerin temelinde halkların; toplumların iradesi değil, bireylerin ve o bireylerle kan ve akrabalık ya da siyasal yakınlık ekseninde beliren ilişkililerin egemenlik algısı ve anlayışı bulunur. Bu nedenle modern zamanların yeni tip imparatorluklarını yaratmak ancak ve ancak monarşik eğilimlerin zuhuru olabilir. Ötesi cumhuriyetin dene rejiminin tarihsel kazanımları içinde duran konuşma özgürlüğünün derin paradoksudur. Bu paradoks her tür düşüncenin egemenlik arayışı içerisinde olan güçler tarafından tartıştırılarak meşrulaştırılması, sıradanlaştırılması ilkesi üzerinde büyür. Bu konuda irade halkın özgür tercihlerini kendi egemenliği mi, başkalarının iktidarı için mi, noktasında göstereceği dirençle anlamlıdır.
Ancak tarih daima, kendi evlatlarının zulmüyle bükülüp doğranan halkların tarafı olmuş, er-geç bu bilincin emekle ilişkisinden yana tercih koymuştur. Bunun en son ve çok sıcak örnekleri Kuzey Afrika ve Ortadoğu halklarını iradesinde mevcuttur. Hoşça kal Mübarek.!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder